10 kentte yaşanan depremle halk yıkımlar karşısında kendi çaresizliği ile bırakıldı. Deprem alanına, Antakya’ya, ikinci günün sabahında vardığımızda her yanda yıkılmış binalar ve binaların altından gelen sesler, yıkılmış binaların başında kendisi de yaralı ve sevdiklerinin çıkarılması için yalvaran insanlar vardı. Depremin üzerinden iki gün geçmesine rağmen Antakya’da bir suyu dağıtamayan, her yerde çığlık çığlığa yardım isteyen insanların arama kurtarma ekibi arayışına ve vinç isteklerine sağır, soğuktan titreyen çocukların, yaşlı insanların çadır isteğine duyarsız, bir battaniye bile karşılamayacak kadar hazırlıksız ve aciz bir devlet gerçeği vardı.
Bu durum üzerine, deprem büyüktü tamam ama acaba faşist şeflik rejimi yönetemedi mi yoksa böyle bir tercihte mi bulundu, devlet neden halkın ilk andan itibaren yardımına koşmadı, sorularını orada duyduk.
Faşist rejimin sermayeden yana olduğunu imar aflarından, kentlerin canına okuyan doğa yağmasından, yapı denetimin karşısında rantiyeden yana olmasından biliyoruz. Faşist rejim burjuvazinin egemenliği için vardır, varlık sebebi budur. Bundan dolayı marketleri ve onun sermaye düzenini tehdit eden halka karşı patronları askerleriyle korur. Diğer yandan her şeyiyle savaşa yatırım yapan ve bunu bir varlık yokluk sorunu olarak gören bir faşist sömürgeci rejim gerçeği var. Kürt halkının mücadelesini bastırmak için İHA-SİHA’ları, uyduları ve termal kameraları ile dağları, vadileri tararken enkaz altında kalmış insanların nerede olduğunu tespit edecek bir plana da, kapasiteye de sahip değil. Öldürmeye odaklanmış ancak yaşamaya ve yaşatmaya düşman bir düzenle, tercihle kendini örgütlüyor. Devletin deprem ya da yangın gibi doğal afetlere karşı ne bir çadır, ne bir arama kurtarma ekipmanı için yeterli hazırlığa sahip olmadığı görüldü. İlk 5 gün neredeyse birkaç kentin belediyesi olmasa çadır bile kuramayan, su dağıtamayan bir devlet gerçeği var. Son yirmi yılda 88 milyar TL deprem vergisi toplayan ancak depreme dair hiçbir hazırlığı olmayan devlet gerçeği var. Biriken bütün kaynağın burjuva düzenin ihale ve rant sistemine aktarılmış olduğu ortada. Hâlihazırda zaten ekonomiyi, siyaseti yönetememe gerçeği varken şu olağanüstü durumu hiç yönetemezdi ki yönetemedi. Bu yönetememe krizinin yarattığı aczi ve çaresizliği kapatmak içinde OHAL ilan etti. Zaten uzun bir süredir faşist diktatörlüğün kendi yapısı OHAL rejimiydi. Peki neden böyle bir yönteme başvurdu? Çünkü güçsüzlüğünü, aczini örtmek, krizini ötelemek, halkın isyanın önüne geçmek istiyor. Bunu yaparken de mülteci düşmanlığını körüklüyorlar. Yağmacılara dair sadece iktidar değil, Zafer Partisi gibi faşist kontra aparatlar da mültecileri hedef gösteriyor.
Yağmacılar yaygarasının ortaya atılmasında kendi çaresizliğini örtmek istemesi kadar halkın devlete olan öfkesinin hedefini saptırma amacı da var. Yağmacı olduğu iddia edilen insanları cezalandıranlara bakınca devleti, onun polisini, askeri kamuflajın altında spor ayakkabı giymiş kontra grupları görülüyor.
10 ilde OHAL ilan edilmesinde başka bir gerçek daha var. O da Antakya, Samandağ gibi Gezi isyanında direnişle merkezileşmiş odaklarında ortaya çıkacak isyanı önlemeye çalışıyor. Bir çadır ve ısıtıcı sistemini örgütleyemeyen faşist rejim insanların soğuk ve açlık karşısındaki çaresizliğinden yararlanarak deprem alanını insansızlaştırmanın siyasetini de yürütüyor. Özellikle belli alanlarda insanlar başka kentlere göçe teşvik ediliyor. Ülkenin değişik yerlerine göçü örgütlüyor. Bu yolla olası isyan ve öfke dinamiklerini dağıtmayı hedefliyor.
Ateş başında sohbetlerde herkes susuyor, herkes acının ateşinde birbirinden utanarak ağlamayı bile zul sayıyor, ancak halk devlete karşı öfkede birleşiyor. Hiç ortada yoktular, bir ihtiyacı bile karşılamadılar, Ahbap gibi kimi dernekleri övüyorlar, devrimcilerden Allah razı olsun diyorlar. Şimdi faşist şefin trolleri ise her yerde devlete güvenin, devlet şöyledir böyledir diyerek zevahiri kurtarmaya girişmişler. Ama nafile.
Diğer yanda ise sokakta sizi karşılayan, halkın isteklerine yanıt bulmak için çırpınan, ilk araçla kente gelen ya da canını kurtarmış devrimciler vardı. Arama kurtarmada araç gereç eksikliğine rağmen insanların yardım çığlığına koşan, temin ettikleri ya da kente getirdikleri su başta olmak üzere temel ihtiyaçları ile halkın ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bir dayanışma ağı örgütlediler. Özellikle Alevilerin, Kürtlerin, Arap-Alevilerin bulunduğu alanlara dördüncü günde bile bir çadır götürmeyen, zırnık yardım ulaştırmayan devletin çıplak ayrımcılığı karşısında Harbiye’de, Antakya’da, Samandağ’da, Nurhak’ta, Elbistan’da, Pazarcık’ta ezilen halklar ve inançların yardımına koştular. Gelen her türden yardımı organize ettiler, sabah çorbasından akşam yemeğine kadar ortak yaşamı örgütlemeye giriştiler. Seyyar sağlık kabini kurdular, doktorlar toplanma alanlarında sağlık taraması yaptı, enkazdan ayrılmayan yararlıları yerinde tedavi edip ilaçlarını getirdiler. Mahalle ve il-ilçe koordinasyonları ile gelen yardımları köyler dahil deprem alanlarına dağıttılar. Hatta AFAD ve Kızılay’a güvenmeyip yardımları gönüllülere gönderenler bu dayanışma meclislerini, koordinasyonlarını aradılar, muhatap kıldılar. Depremzede halkımızın iaşesini ve en acil yaşam gereksinmelerini örgütlediler. Gelen yardım malzemelerini ayrıştırıp halkın ihtiyacını asgari düzeyde de olsa karşılamaya girişen bu koordinasyonlar, meclisler, özyönetim örgütlerinin nüveleri oldular. Belki dağınık ve parçalıydı bu koordinasyonlar ancak ortak pratikler çok hızlı birleştirdi, ortaklaştırdı. Ateşin başında kederleri azaltmaya, soğuğun ve yıkıntıların geleceği belirsizleştiren karamsarlığını örgütlü dizilim ile dağıttılar. Özyönetim anlayışıyla Gezinin komünal ruhunu yeniden hayata geçirdiler. Dördüncü gün elinde tüfekleri ile mahallelere gelen devletin devrimcileri halka kötülemek için ‘siz bunların kim olduğunu biliyor musunuz?’ sorusuna istisnasız bütün halk evet tanıyoruz, yardımımıza ilk koşan bu devrimcilerdi, acımıza ilk değen onlardı, yemeği ilk getiren onlardı, devlet neredeydi cevabını verdiler. Bu aynı zamanda halkın çaresiz olmadığını, örgütlü olduğunda her durumda sorunları çözme gücünü gösterdiği gibi güveni nasıl yarattığını da gösterdi. Toplumsal ortak yaşamın potansiyelini ortaya koyması bakımından halkın öz örgütlenmeleri, bu özyönetim istek ve pratikleri Gezi’den sonra önemli bir deneyim olarak hanemize yazıldı. Bugün yakaladığımız bu halkaya sımsıkı sarılmak halklarımızın öz örgütlenmelerini ve faşist rejime karşı birleşik siyasal mücadelesini misliyle büyütmenin zamanıdır.