İspanya iç savaşının anlatıldığı Hemingway’in romanında, hepimizden bir kesit bulmak mümkün. Kitap geçmemiş bir geçmişin tahayyülü aşan acısıyla; soğuğa, savaşa, sevgiye dağlara direnişe sürükleyip duruyor bizi.
Bazen içimizdeki savaşa, çoğu kez Leylalı zamanımızda yaşanan savaşa. Her halükârda bir iç savaşın ortasında buluyoruz kendimizi. İçimizde ve dışımızda…
Sahi, biz de bir iç savaşta değil miyiz? İçi yabancılaşmış olanlarla, boğazını yoksullaştırmış insanların savaşında. Duyarlılığın ve kayıtsızlığın. Adalet ve adaletsizliğin savaşında. Deyimlerin, atasözlerinin sustuğu bir andayız artık.
Öyle ki, “tok açın halinden anlamaz” bile diyemiyoruz. Belki de dememeliyiz. Zira söz konusu olan artık; açın, tokun bu oburlaşmış kayıtsızlığına anlam vermekte zorlanması. Bir hukuk ve insanlık sorununa kayıtsız kalan bir oburluğu açken anlamak ne mümkün! Yabancısı değiliz. Yıllardır açlık ve direnişi uzuvları gibi benimsemiş bir halkın çocuklarıyız aslında. Direniş ve açlık! İki sözcük hanemizde de amellerimizde de pek çok. Farklı mekanlarda ve farklı zamanlarda. Ama bu seferki farklı.
Zira koşulların yarattığı açlıkla. Açlıkla yaratılmak istenen koşullar arasında ciddi bir fark var. Bunu en iyi her ikisini de yaşayanlar bilir. Yaşıyoruz. Peki duyuluyor muyuz? Ah bu sessizlik! Belki de Ralph Ellison’ın “Görülmeyen adam” romanına düştü dünyamız. Ve roman bağırıyor sağır dünyamıza. “Görülmezim, anlıyor musunuz, sırf insanlar beni görmek istemedikleri için, görülmezim”.
Çarpıtıcı camdan yapılmış aynalar, çevirmiş sanki etrafımı. Bana yaklaştıklarında yalnızca çevremdekileri yani kendilerini ya da hayallerinde uydurdukları şeyi görürler. Her şeyi görürler her şeyi, en küçük şeyi görürler de beni görmezler! Sahi biz de görülmeyen miyiz? Beyaz adam bizi görmedi diye bir zaman sonra artık orada olmadığımıza mı inandır.
Olamaz! Bizim inançlarımızı değil, inançlarımızın bizi sarstığı bir zamanda. Kendimizi bu kadar net görebilirken, görülmeyen biz olamayız. O halde körler dünyasındayız. Jose Saramago’nun Körlük romanından fırlamış bir dünyada… Tüm direnenlerin birlikte yaşadığı farklı bir zamandayız. Zaman farklılaşıyor. Her duruşun, her direnişin farklı bir zamanı var diye. Artık durumun peşinden koşturan, sıkıldıkça elinden kaçan ama direnince bizi anne şefkatiyle saran bir zamana sahibiz.
Zamanın ruhu dedikleri bu mu oluyor? Bu kadar hırpalayıp tüketmemize rağmen direngenliğimizde kanatlarını usulca üzerimize örtmesi bu ruhtan mı geliyor? Kim bilir, belki de kimi zaman direnen insan değil de zamandır. İnsana kalan sadece bu zamana katılmak, ruhu yakalamaktır. Öyleyse ne mutlu zamanın ruhunu yakalayanlara! Ne mutlu Leylalı zamanlarda Leylalaşanlara… Zaman akıyor. Ve tarih, tarih çanlarını çalıyor. Çok geç olmadan duymamızı bekliyor. Tarihten çan sesleri yükseliyor. Çanlar çalıyor, kimin için çalındı söylenmese de. Ama biz biliyoruz. Hepimiz iyi biliyoruz. O halde bilmeyen kim? Yoksa bir tek Hemingway mi bilmiyor? Ona da söylemeliyiz her birlikte. Birlikte bağırmalıyız. Bağıralım o halde! Çanlar bizim için çalıyor. Duyuyor musun Hemingway? Çanlar bizim için çalıyor!
* Şakran 2 nolu T Tipi Cezaevi