Kapitalizm, tarihsel süreç içerisinde çoğu filozof, sistem karşıtı hareketlerin ideologları tarafından sorgulanmaya çalışılmıştır. Doğrusu en başta sadece kapital, para ya da üretim ilişkileri üzerinden anlaşılmaya çalışılmış fakat sadece bu olmadığı yarattığı kurumlaşmalarıyla doğa üzerindeki tahakkümünden yarattığı hiyerarşisine bugün el atmadık hiçbir şey bırakmadığı aşikârdır. Son 400 yıl süreç içerisinde ulus-devlet boyutuyla, endüstriyalizmle ve bununla beraber en önemlisi yarattığı ekonomisiyle artık kapitalist modernite olarak kavramsallaştırılmıştır. Son itibarıyla da artık endüstriyalizm ideolojisiyle fabrikalardan bir meta ürettiği gibi, insan profilleri de üretmeye başlamıştır. Ve bu haliyle yarattığı insan tipolojisi ile insanı kendi çarkına vida yaparak hem sistem içileştirmekte hem de sistemini ebedileştirmektedir.
Freud; insan psikolojisinin analizinde vardığı teoriler kadın boyutuyla ya da diğer bütün yönleriyle haklı bir eleştiriye tabi tutulurken, bir taraftan kitaplarında ele aldığı bireyler de kapitalist modernite tarafından acı bir gerçeği, yaratılan insan tipolojisini adeta resmetmişti. Yaratılan insan tipi bireyci olmasıyla toplumu unutmasının yanında aynı şekilde doğayı da akla getirmemektedir, öyle ki kendine ait bir dünyaya kitlenmiş durumda ve kendinden başka hiçbir şeyi görmemektedir. Evet, yaşamanın kendisi koca bir mücadeledir, yaşamak için elbette ihtiyaçlar olacaktır ve bu ihtiyaçlar için yaşam boyu bir çalışma, gayret gerekmektedir.
Fakat aslında işin sırrı buradadır, yaratılan ihtiyaç fetişizminin, ihtiyaçlar için modern kölelik ötesi bir yaşamı kabul ettirmek zorunda bırakmaktadır. Ve bu yaşam boyu süresince yaratılan koca metropoller ve fabrikalar ya da plazalarda, bürolarda kaybolmakta olan insan, bundan ötesi asosyallik de değil, tamamen kalabalıklar içinde bir yalnızlığı yaşamaktadır. Bunların hepsi yaratılan bireyin bir kısmını açıklarken, bunlarla beraber misal verecek olursak herhangi bir haksızlıktan tutalım, son süreçte artan bunca kadın şiddeti ve doğa talanına karşı da sessizleşmekte ya da kendisine dokunmayana kadar, acısını tamamen hissetmeyinceye kadar bir karşı koyuşa geçmemektedir ya da sadece sosyal medyadan bir tepki ortaya koymaktadır.
Ve doğrusu özünden uzaklaştırılan, doğaya yabancılaşan ve haliyle doğayla yaşadığı simbiyotik ilişkiyi bir kenara bırakan insana gıda krizinden iklim krizine, çığ felaketine ya da yaşanan savaşların yarattığı göçten, depreme kadar, insanlar bu kadar paniklememişti ya da evet, yine acı kendi acısı olamamıştı hâlâ. Bunların yanında anlatılan felaketlerin çoğu kısa süreçte yaşanan şeylerken bu da günlük yaşayan bir insan profilini gözler önüne sermektedir. Oysaki uzak değil birkaç gün önce Elazığ’daki depremden, çığ felaketinden ya da yok edilmeye çalışılan Hasankeyf’ten, yapılmaya çalışılan Kanal İstanbul’dan, savaşın yarattığı göçten bahsederken bugün tv’lerden, insanlara kadar birden gündemimiz “Korona Virüsü” olmaya başladı.
Kendisinin olmayan bir acıdan bahsetmiştik, evet Çin’de daha ilk ortaya çıkarken virüs, o kadar beynimizi, gündemimizi işgal etmemişti, bugün ise virüsün sınırlar tanımayan boyutta yayılmasıyla artık her şey buna endekslenmiş konumda ve artık acı bizim acımız olmaya başlamaktadır. Kongreler iptal ediliyor, okullar kapanıyor, hatta daha mikro düzeye gelirsek insanlar artık bir el yıkamayı, kolonya kullanmayı tekrardan uygulama haline getirdiler. Hatta öyle ki bir kıtlık varmış ya da olacakmış gibi insanlar marketlere akın etmekte, doktorlara koşmakta, nasıl korunabilirimin yollarını aramaya çalışıyorlar. Bunların hepsi elbette ki haklı, gerekli olan ve yerinde olan önlem ve tedbirden sadece birkaçı.
Oysaki bunlarla sınırlı mıdır, tabii ki değildir ve bunların hepsinin geçici olan, sadece paniğin, korkunun yarattığı tedbirler olduğu ortadadır. Hâlbuki yaşanan tüm sorunsallıklarda, günlük yaşadığımız sebebiyle geniş çerçeveden bakmadığımızı göstermektedir. Bir bilim insanı, “Eski alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz gerektiğini” öğütlüyordu. Evet, tamamen sorunun çözümü bu minvalde olması gerekir, sistemin yarattığı ve bizim olmayan tüketici, bireyci mantığımızı bir kenara bırakıp, bizde adeta bir kişilik haline gelen bu insanı sorgulamak, bununla beraber yaşanan tüm felaketlerin doğamız üzerinde yarattığımız tahakkümün, tüketimin sonucu olduğunun farkına varmamızı gerektirmektedir. Yani aslında çözümün bir zihniyet dönüşümü, bununla beraber birey merkezli olmaktan çıkıp doğa ve insanı önceleyen bir yaşam tarzının ortaya çıkmasını elzem kılmaktadır.
Son olarak F. Engels’in bir sözüyle: “Doğa üzerinde yaptığımız fetihlere aldanmayalım, çünkü doğa hesap sorar!”