AKP’nin, iktidarın değişmesini istemek gibi son derece meşru bir olasılığı suç-darbe olarak tarif etmeye çalıştığına dikkat çeken gazeteci Kemal Can, siyasetin imkansız hale getirilmeye çalışıldığını vurguladı
Gazeteci-yazar ve siyaset bilimci Kemal Can, erken seçim tartışmaları, koronavirüs salgını dönemi politikalar ve güncel siyasi gelişmelere dair Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Diren Yurtsever’in sorularını yanıtladı.
Koronavirüs salgın sürecinin şeffaf yürütülmediği ve yine “evde kal” çağrılarıyla önlemler alınırken, evde kalamayan ve çalışmak zorunda kalan insanlar için gerekli önlemler alınmadığı kriz sürecinde tartışılan konular oldu. Buna karşın iktidar bir “başarı hikayesi” çizdi. “Normalleşme” adımları atılmaya başlarken, iktidarın krizi yönetme sürecindeki reflekslerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İktidar önceki krizlerde yaptığı ve aslında hayli deneyim kazandığı gibi, sorunun kendisini yönetmek yerine olası sonuçlarını idare etmeyi tercih etti. Koronavirüs krizinde Güney Kore, Japonya, Singapur ve hatta Çin gibi salgını kontrol etmeye göre bir strateji belirlemedi. Hatta bir strateji de belirlemedi. Test meselesinden, maske rezaletine, bazı önlemlerde geç kalınmasından sokağa çıkma yasaklarının uygulama şekline kadar, pek çok konuda hiç de hazır bir görüntü vermedi. Ancak riskli yaş gruplarını hayli erken bir aşamada izole ederek, tepki ve tedirginlik yaratabilecek ölüm oranlarının düşük seyretmesini sağlayabildi.
İçeride maske dahil pek çok ekipmanın sağlanması ve dağıtılmasında başarısız olunmasına rağmen “çeşitli ülkelere yardım yapıyoruz” şeklinde bir iletişim faaliyetleri çok erken devreye girdi. En kötü örnekler (ABD ve Avrupa ülkeleri) üzerine yoğunlaşarak, onlardan daha iyi olunmasını başarı olarak gösterebildi. “Çarkların dönmesi” önceliğini açık biçimde dile getirerek, kimi ve neyi kollayacağını da göstermiş oldu. Bütün bunlara bakınca, sözcüleri ve sadık taraftarları tarafından kullanabilir bir başarı hikayesi üretebildiği söylenebilir. Ancak yönetmeye değil atlamaya çalıştığı sorunun yaratacağı negatif sonuçlar hala ortada duruyor. Bu yüzden şimdilik satılabilir gibi duran bu başarı hikayesinin çok uzun bir ömrü olmayabilir.
Pandemi öncesi gündemde olan ekonomik kriz, iç ve dış siyasetteki sıkışmışlık hali ile adalet, demokrasi, yargı bağımsızlığı gibi yapısal sorunlar, bu sürede arka planda kalmasını nasıl değerlendirmek gerekir?
Başlangıçta kamuoyunun doğal tepkisi öncelikli olan salgın endişesine odaklanmak şeklindeydi. İktidar, başlangıçta bu endişeyi de fazla büyütmek istemedi. Bir süreliğine diğer başlıklar kendiliğinden geri plana itilmiş gibi oldu. Fakat iktidarın siyasi gerilimi çok arka plana atmak istemediğini kısa sürede görmüş olduk. Korona ile ilgili zirvenin ardından yapılan açıklamada bile, muhalefet partilerine dönük sert ifadelere yer verildiğine tanık olduk. Muhalefetin elindeki belediyelerin etkili yardımlar yapmasının önü kesilmeye çalışıldı. Diyanet İşleri Başkanı’nın Cuma hutbesiyle LGBTİ+ bireyler hedef alındı, daha önemlisi bu dini referanslara dayandırılarak ve devletin en tepesinden açık destek alınarak yapıldı.
Yine salgın gerekçesiyle yeniden gündeme alınan infaz düzenlemesi açık adaletsizliklerle yürürlüğe girdi. Meslek örgütlerine, barolara, medyaya dönük suçlayıcı ifadelerin yanı sıra, bariz bazı yasaklar ve cezalar gündeme geldi. Ekonomik kriz konusunda da, sorunun konuşulmasını bile bozgunculuk sayan adımlar atıldı. Bütün bunlar Türkiye’nin zaten yaşamakta olduğu sorunları daha açık biçimde ortaya çıkarttı. İktidarın, sorunların kaynağı olan tercihlerini değiştirme niyeti olmadığı gibi, daha fazla göze sokmak istediği anlaşıldı. Bence iktidar sorunları veya gerilimli konuları unutturmak yerine yeniden tazelemek ve kendi kontrolünde daha yükseltmek istedi.
Kriz döneminde kayyum atamaları gibi uygulamalar başta olmak üzere, iktidarın muhalefete yönelik politikaları kaldığı yerden devam etti…
Tüm dünyayla birlikte yaşanan ve gerçekten çok sarsıcı sonuçları olabilecek bir krizin içinde muhalefetle uğraşmaya vakit ayırabilmek sahiden zordu. Ancak iktidar bu konuda hız kesmediği gibi, dozu artırmayı da başardı. Bir taraftan kayyum hamleleri devam etti, diğer taraftan yerel yönetimlerin yardım kampanyaları engellendi. Mülki idare amirlerinin iktidar ve muhalefet partileri arasında yaptıkları ayrıma ek olarak, iktidarın teşkilat yöneticileriyle toplantılar yaptığına da tanık olduk. İktidar kendi dışındaki bütün siyasi faaliyetleri, hatta hizmet alanlarını bile muhalefete kapatmaya çalıştı. Birlik-beraberlik iddiası söz düzeyinde bile fazla uzun ömürlü olmadı. İktidarın geçmişte kullandığı kutuplaştırıcı dil çok daha yüksek perdeden hakim oldu. Medya ve sosyal-medya kampanyaları aracılığıyla yürütülen siyasi linç kampanyaları, trollerin elinden çıkıp resmi sözcülerin faaliyeti haline geldi. Çok erken bir aşamada fazla kontrolsüz bir gerilim tırmanışı olduğunu söyleyebilirim.
Yakın bir zamanda siyaseten ‘normalleşme’ bekliyor musunuz?
Türkiye epey uzun bir süredir “başka” bir normalin içinde. Dolayısıyla önceden zaman zaman gündemle gelen “normalleşme” beklentisini, artık pek kimse kullanmıyor. İktidarın her türlü anormalliği “yeni normal” olarak kabul ettirmesi sürecini yaşıyoruz. Bu gerilimli stratejisi, dönemsel özelliği olmayan süreklileşmiş bir hal almış durumda. İktidar buna bir savunma stratejisi olarak başvurduğu için, bunun kolay kolay değişmesi bana mümkün görünmüyor. İktidar gerilimi, kutuplaştırmayı, sertleşmeyi bir kalkan olarak kullanıyor. Yüksek savunma duvarlarına duyduğu ihtiyaç azalmadığı, aksine arttığı için ve gelmekte olan konjonktürün de daha çetin şartlar yaratacağı düşünülürse “gevşeme”, “yumuşama” anlamında bir “normalleşme” beklemiyorum. Aksine gerilimin sadece seçilmiş bazı kesimlerle sınırlı kalmayıp biraz daha yayılacağı anlaşılıyor. Her tür kurum ve kavram gerilimin içine çekilecek bence. Barolar etrafındaki tartışma, İstanbul Sözleşmesi karşıtı hareketlenme gibi işaretler bunu söylüyor.
Geçtiğimiz günlerde MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın sosyal medya hesabından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli adına yaptığı “Üç Hilal’in tek başına iktidarı artık bir zorunluluktur, ihtiyaçtır ve geleceğin lider ülke idealinin gerçekleşmesi buna bağlıdır” sözleri dikkat çekiciydi. Farklı değerlendirmeler yapıldı, siz bu paylaşımı nasıl okudunuz?
Semih Yalçın’ın Bahçeli’ye atfen paylaştığı sözler, 2011 yılındaki seçim beyannamesini sunuş konuşmasından. Galiba gerekçesi de Kayseri’de İbrahim Gökçek’in cenazesi sırasında yaşananlar dolayısıyla ülkücülere yönelen tepkiyle ilgili. Zaten Semih Yalçın daha sonra bu paylaşımların ittifakla ilgili olmadığını ve Cumhur İttifakının sapasağlam ve güçlü olduğunu söyleyen paylaşımlar yaptı. Bu yetmedi, Devlet Bahçeli de yine muhalefete yüklendiği mesajlar atarak, ittifakın yerinde durduğunu çok keskin ifadelerle açıklama gereği duydu. Hatta daha ileri giderek, İçişleri Bakanı Soylu’nun istifası sırasında, Albayrak-Soylu gerilimde taraf tutar gibi görünmesini de tamir edecek şeyler yazdı. Berat Albayrak’ı çok takdir ettiklerini, haksız eleştirilere uğradığını söyledi. Berat Albayrak da Bahçeli’ye teşekkür etti.
AKP-MHP ittifakının çeşitli düzeylerde ve her iki tarafta bazı gerilimler ürettiğini düşünebiliriz. Çok güçlü mecburiyetlerle kurulu bu ittifak çok dengeli ve uyumlu değil elbette. Ancak bu çıkışın bu gerilimlerden birinin dışa vurumu olduğunu düşünmüyorum. Eğer bir şeyler ima edilmek istenseydi, bu kadar yüksek perdeden düzeltme çabasına girilmezdi. Cumhur İttifakı artık bir siyasi aritmetik konusu olmaktan çok ileri gitmiş halde.
Kimi anketler AKP ve MHP oylarında bir düşüşün olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum yakın bir zamandaki seçim açısından ittifakları nasıl etkiler?
AKP-MHP ittifakı oluştuğunda, büyük çoğunluk MHP’nin AKP içinde eriyeceğini, Bahçeli’nin parti içindeki iktidarını korumak için AKP’ye koltuk değneği olduğunu düşünüyordu. Ancak süreç, denklemin tam tersi biçimde işlediğini gösterdi; AKP’nin ve özellikle de Erdoğan’ın MHP’ye mecburiyeti sürekli olarak arttı ama zayıflayan AKP oldu. AKP’nin güç kaybederken MHP desteği olmadan iktidarını korumasının imkansız olduğu anlaşıldı. Sistem değişikliği ile getirilen yüzde 50+1 zorunluluğu da MHP’yi vazgeçilmez hale getirdi. Bu güçlü siyasi pozisyon yanında, MHP, iktidarın risklerinden kaçınarak, iktidarın bütün imkanlarından faydalanmayı da bildi. Hatta AKP’den uzaklaşan oyların bir kısmının MHP’ye doğru aktığı görüldü. Ancak son iki seçimin stratejisini beka söylemi üzerine kuran ve bu rotayı zorunlu tutan MHP, iktidarın genel erimesinden pay almaya başladı. MHP iktidara fazla yapışmasının zararlarını yaşamaya başladı.
Bir anlamda AKP, MHP’yi de aşağıya çekmeye başladı. Yerel seçimde net biçimde görüldüğü gibi, özellikle büyükşehirlerde ittifak ciddi bir erime içinde. Yapılan son araştırmalarda da iktidarın iki ortağının da oy kaybına uğradığı anlaşılıyor. Elbette çoktan çok gidiyor. Bu tablo fiili koalisyonun her iki tarafında da tartılıyor ve belirli ölçülerde rahatsızlık yaratıyor. Ancak zayıflama karşılıklı bağımlılığı da büyütüyor. İttifakın aritmetik açmazı da burada. Hem iktidarda kalmak için birbirlerine muhtaçlar hem de birbirlerinin erimesini hızlandırıyorlar. Şimdilik bu aritmetik kriz geçici bir dengeyi mümkün kılıyor. Fakat bu dengenin tehlikeye girmesi durumunda tablo çok hızlı değişebilir. Ancak yine tekrar etmem gerek, iktidarın bir aritmetik açmazı var ama asıl krizi aritmetik değil. Pozisyonunu korumak dışında asla siyaset üretemediği, bunu da kimseye siyaset yaptırmayarak çözmeye çalıştığı ideolojik ev siyasi bir krizin içinde.
İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, HDP dışındaki partilere memleket sorunlarının çözümü için “memleket masası” etrafında bir araya gelme çağrısında bulundu. Yerel seçimlerde de belirleyici rolünü ortaya koyan HDP’nin olmadığı bir masada, sorunlara çözüm olur mu?
İyi Parti bir süredir taktik çıkışlarla kendisini gündemde tutma gayreti içinde. Yerel seçim sonrasında yeni parti sözcüsü Yavuz Ağıralioğlu aracılığıyla “garip” çıkışlar yapmayı denemişti. O çıkışların bazıları “AKP ile bir zemin mi yoklanıyor” sorularına neden oldu. Yine yerel seçimden sonra iktidarın muhalefet bloğunu çatlatma girişimlerinde HDP’yi merkeze koymasına da -beklendiği gibi- en çok İyi Parti reaksiyon verdi. Son olarak Meral Akşener’in de üst üste HDP’yi ötekileştirmelerinin altını çizmeye çalıştığını görüyoruz. Fakat bu hamleler biraz sonuçsuz ve gündemin gerisinde kalacak türden. Çünkü AKP ve Erdoğan, muhalefeti bozma stratejisini HDP üzerinden, hedefe doğrudan CHP’yi yerleştirerek değiştiriyor gibi görünüyor. Muhalefet bloğunu, olası bir demokrasi ittifakını ve yerel seçimden sonra uç veriyor gibi olan sistem tartışmalarını bastırmak için sadece HDP düşmanlığının yeterli gelmediği, istenen sonucu üretmeye yetmediği anlaşılıyor. Bu tavırla ne HDP seçmeni geriletilebiliyor ne muhalefette beklenenden daha sert bir sarsıntı oluşuyor.
Akşener’in ortak akıl için “memleket masası” kurma önerisi, daha hemen başından Devlet Bahçeli tarafından çok sert ifadelerle reddedildi. Zaten mevcut atmosferde sonuç alıcı bir çıkış gibi durmuyordu. Muhalefetin belediye başkanlarını bile muhatap almayan, sabah akşam suçlama ve hakaretler yönelten bir iktidarla oturulacak masada ne konuşulacağı çok belirsiz. Eğer iktidarın uzlaşmazlığını göstermek için atılmış bir adımsa, bunun görünür olması için zaten özel bir çabaya ihtiyaç yok, iktidar sözcüleri bu işi fazlasıyla yapıyor. Muhalefet partilerinin taktik hamleler veya kriz koşullarının getireceği fırsatlarla varabilecekleri bir yer olduğunu düşünmüyorum. Siyasete yeniden kavramsal bir içerik kazandırmadan sonuç almak çok zor.
Erken seçim veya baskın seçim konuşuluyor. Erken seçim bekliyor musunuz? Şu an ki koşullar bunu sağlar mı?
Erken seçim her zaman ihtimal dahilinde. Bu iktidarın 2023’e kadar sürmesinin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Ancak acil veya baskın bir yerel seçim beklemiyorum. En azından iktidarın bunu istemesi için bir neden olduğu kanısında değilim.
Neden?
Birincisi kendisini buna zorlayan kimse yok. Erken seçim için bastıran, güven tazelemesi için sıkıştıran muhalefet veya herhangi bir baskı grubunun etkisinden bahsedemeyiz. İkincisi, bir kampanyayı taşıyacak, seçim ekonomisini mümkün kılacak, gelecek için vaatler kurabilecek şartlar mevcut değil. Ayrıca iktidarın yaşadığı yönetememe krizi, sandıktan sağlayacağı sonuçla telafi edilebilecek bir sorun değil. Peki, nereden çıkıyor bu erken seçim tartışmaları? Galiba bunun en önemli işareti olarak siyaset dilindeki sertleşme gösteriliyor. Muhalefete dönük saldırgan dil, suçlamalar, tansiyonu yükseltme gayreti, medyaya baskıların artması seçime hazırlık olarak yorumlanıyor. Ancak ben bunların seçime hazırlıktan daha çok mevcut durumu sürdürmek için kullanılan bir enstrüman olduğu kanaatindeyim.
Yani yeni bir durum yaratmak için değil olanı devam ettirmek için böyle davranıldığını düşünüyorum. Diğer bir argüman, ekonomik olarak gelmekte olan zor koşulların öncesinde -işler daha kötü olmadan- iktidarın seçimi atlatmak isteyeceği fikri. Ancak gelecek sert koşullar seçimi atlatarak kurtulmanın kolay olmadığı bir tablo gösteriyor. Erdoğan bir seçilme hakkını harcayıp kazansa bile, gelecek sert koşullar içinde yine 2023’e kadar sorunsuz bir iktidar dönemi sağlayamayabilir.
AKP ve MHP arasında erken seçim konusunda bir uzlaşmazlık var mı?
AKP ile MHP arasında erken seçim konusunda bir uzlaşmazlık olduğunu düşünmüyorum. Son 20 yıldır neredeyse bütün erken seçimlerin kararını vermiş olan Bahçeli’nin, son açıklamaları bir seçim işareti taşımıyor. Önceki soruda da değindiğim gibi iktidar açısından erken bir seçimin getireceği bir özel avantaj olduğunu görmüyorum. Eğer AKP bazı kulislerdeki gibi, seçim sistemi değişikliği gibi bir seçenek üzerinde çalışmaya başlarsa ve bazı muhalefet partilerinin desteğine mecbur olacağı bir Anayasa değişikliğinin zeminin aramaya yönelirse bazı sıkıntılar baş gösterebilir.
Darbe tartışmaları tekrar gündeme geldi. Sizce bu tartışmaların kaynağı nedir?
Darbe tartışmaları kelimenin tam anlamıyla mesnetsiz biçimde ortaya çıktı. İktidarın siyasi gerilim üretme gayretlerinin zorlama tezahürlerinden biriydi. Biri Canan Kaftancıoğlu, diğeri Özgür Özel’in cümlelerinin içinden çok zorlama niyet okumalarla, vesayet çağrısı veya darbe özlemi çıkartmaya çalıştılar. Ancak ilginç olan, bunu en yüksek makamların dahil olduğu bir tartışmaya çevirdiler. Aslında son dönemde siyasi dilin hızla trolleşmesi dolayısıyla, kimin ne söylediğinin de bir önemi kalmadı zaten. Elbette öncelikli amaç muhalefeti kriminalize etmek, bazı hedef isimleri suçlayarak gündem oluşturmaktı. Fakat darbe tartışmalarının bize gösterdiği bir başka resim var: Kendisinin değiştirilmesi, iktidardan düşmesi ihtimalini bir darbe olarak tanımlıyor. Bununla ilgili çabaları da darbecilik olarak suçluyor.
Yani iktidarın değişmesini istemek gibi son derece meşru bir çaba veya olasılığı, suç olarak tarif etmeye çalışıyor. İktidarı değiştirmeye çalışmak, değişebileceğini düşünmek, sorunlarını işaret etmek gayri meşru gösteriliyor. Bunun bir yönü, siyaseti imkansız hale getirmek, hatta boğmak. Diğer yönü ise bu iktidarın “normal” yollarla indirilemez, değiştirilemez olduğu algısını pekiştirmek. Sayılarla doğrulanmayan, hatta giderek daha güçlü bir ihtimal haline gelen yenilgiyi, sanal tartışmalarla bir yenilmezlik efsanesinin arkasına gizlemeye çalışıyor. Elbette kemik tabanda bir motivasyon dalgası da oluşturabiliyor.
MA / Diren Yurtsever