Aynur Cengiz
…“ve Tanrı kadını yarattı, ve yarattığı kadından o kadar çok etkilendi ki ona herkesten gizlediği 100. adını bağışladı. Böylelikle o artık her yerde ve herkes ile olabilirdi.” Lilith isyankardı, asiydi ve en güçlü olduğunda, cenneti de Adem’i de terk etti ve bir daha cennete hiç dönmedi. Adem’in haline acıyan Tanrı, bir daha hiç üzülmesin, ona isyan etmesin, itaat etsin diye Adem’in kaburgasından, Lilith suretinde Havva’yı yarattı…
“Bildiğim bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” der Sokrates. Peki, ya tek hakikat olarak dayatılan bilgi, aslında kendinden önceki tüm hakikatleri yok saymak üzerinden var edildi ise?
Bugün birçok toplumda yaşanan cinsiyetler arası eşitsizliğin müsebbibi olduğu kadına yönelen erkek-devlet şiddetinin, ayrımcılığın, erkek egemenliğinin ardında beş bin yıllık bir hakikatin, kadın gerçekliğinin yine kadından ve doğadan çalınması yatmakta…
Pozitivist bilimin dayattığı bir biyolojik tanımlamanın aksine, kadınlık ve erkeklik olgusu her çağın yarattığı koşullar bağlamında farklı tanımlanabilecek bir tarihsel sürecin sunucudur. Gücü eline geçiren erkeğin özellikle devletleşme sürecinde çarpıtılan hakikat üzerinden kurduğu hegemonya, din-etik ve mitolojik söylenceler ile toplumsal normların yerleşmesinde temel araçsallık olurken, erkini güçlendiren patriarkal sistem, her anlamda eşitlikçi yapıya sahip anaerkil doğal toplumu alaşağı ederek yaşamın ve doğanın başat gücü olan kadını da farklı tanımlamalarla kıskacına almıştır. Böylelikle “muktedir olanın kararttığı” ve kendi lehine değiştirdiği “beş bin yıllık bir tarih süreci ve hakikat gerçekliği vardır.” Ki bu hakikat kadınların paleolitik dönem boyunca binbir emekle biriktirdiği ve yaşamı yarattığı kümülatif bilgidir.
Ekonomik, toplumsal ve düşünsel yapıdaki diyalektiğin evrimsel süreçle beraber aldığı akış, hayatın devamlılığı için güçlü bir işbirliğini ve dayanışmayı da beraberinde getirmiştir. Neolitik dönemde tarım devrimiyle yaşamı var eden, üreten, geliştiren, hayvanları evcilleştiren, üretim araçlarını icat eden, kültürü ve ekonomiyi yaratan ve bir anlamda doğadaki tüm varlıklarla uyum içinde yaşamı sürdüren kadın, bir yanda “toprak” ile özdeşleştirilirken, yaratmış olduğu değerler ve elde ettiği bilgi ile toplum tarafından “ana tanrıça” olarak kutsanmıştır.
Bir düşünsel devrim niteliği sayılabilecek böylesi bir düşünce evreninde kadına atfedilen bu kutsiyet doğayı, yaşamı, güneşi, ayı, evreni, olayları tanıma ve anlamlandırma yöntemidir aynı zamanda. Üstelik üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin henüz ortaya çıkmadığı, komünal bir yaşamın hakim olduğu bu dönemde, tahakküm ve sömürü de gelişmediği için doğa ve toplum arasında bütünsellik içeren bir birliktelikten söz etmek mümkündür. Özü itibariyle, kadın öncülüğünde şekillenen toplumsal yaşam ve döngü her yönüyle doğayla ve çevresiyle uyumlu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir temele dayanır. Bu noktada arkeolojik bulguların açığa çıkardığı gibi toplumun tüm bileşenleri için sürekliliği sağlayan kadına şükran duyulan mabetlere, tapınaklara, heykel vb. sanat eserlerine rastlanması, tarihin önemli bir tanıklığıdır.
Neolitik dönemin sonlarına doğru ihtiyaçtan fazla üretimin artık değer oluşturmasıyla ticaretin başlaması, üretim araçları ve üretilen mallar üzerinde hakimiyet kuran sınıfların oluşmasına neden oldu. Böylelikle sömürüye açık, “köleci” bir toplum doğarken mülkiyet nesnesi haline getirilen kadın toplumsal yaşamdan uzaklaştırılıp ev ve aile içine hapsedildikçe gücünü ve saygınlığını da kaybetmeye başladı. Sömürü derinleştikçe ortaya çıkan sınıfsallaşma, kent-devlet-iktidar aygıtlarıyla kurumsallaşan erkek egemenlikli “uygarlık,” anasoylu komünal düzenin de sonunu getirdi. Kadının ilk olarak yenilgiye uğradığı bu süreçle birlikte doğayla uyumlu, sevecen tanrıça anlayışı yerini hakikatin bilgisini ondan çalan, cezalandırıcı Tanrı anlayışına bırakmaktadır.
Aç gözlü “kapitalist uygarlığın” ideolojik kimliği kurnaz Tanrı Enki tarafından tanrıçalardan çalınan bilgiyi; “yaşamın yasasını” halkına ulaştırmaya çalışan İnanna’dan bu yana ana-eksenli sürecin erkek lehine tersine dönüşü günümüze kadar devam etmiştir. Gücü eline geçiren erkek, kadının yaşamdaki rolünü ve etkisini çıkardığı yasalar, mitler, din ve ahlak kalıpları vd. tüm toplumsal normlar üzerinden yeniden tanımlamıştır. Tüm bu araçsallıkları ile meşrulaştırdığı zora dayalı devlet aygıtıyla da toplumsal örgütlenmesini kadın üzerine kurduğu yıkıcı hakimiyetinden alarak tamamlamıştır.
Kadının bilgisine, bedenine, iradesine ve kimliğine “tecavüz” ederek erilleşen devlet, artık savaş olgusu üzerinden nefret ve öteki kavramlarını içkinleştirerek süreklileştirmiş ve bugüne kadar artarak devam eden “kadın kırımının” yegane sorumlusu haline gelmiştir.
Artık kadın; Havva şahsında “kötü ve günahkar,”
Lilith şahsında “asi ve şeytan,”
İnanna şahsında “aldatıcı ve iffetsiz,”
ve kadın olarak “erkekten sonra yaratılacak” kadar eksik ve unutulmuştur…
Kadının toplumdaki yeri erkeğin iktidarında din, bilim, sanat, kitle iletişim araçları ve bir bütün olarak tüm kurumlarıyla yarattığı kültür endüstrisi yoluyla nesilden nesile aktarılırken, erkek devletin tahakküm alanı giderek genişlemiş ve erkeklik kurgusunu yeniden yeniden üretmiştir. İşte bu kurgudur ki beş bin yıllık bir süreç boyunca patriarkal zihniyeti besleyip kadın bedenini parçalayarak bu beden üzerine savaş açmış, ganimet saymış, tecavüz etmiş ve yine aynı beden üzerine toplumsal cinsiyet rolleri atayarak toplum politikası haline getirdiği eşitsizliği dayatmış ve hegemonya alanını büyütmüştür. Bugün katledilen binlerce kadına yapıldığı gibi Özgecan Aslan, Münevver Karabulut ve Pınar Gültekin’in tecavüz edilerek parçalanan bedeninde, Gülistan Doku’nun bulunamayan bedeninde, Nadira Kadirova, Yeldana Kaharman gibi pek çok kadının kaybediliş ve kayboluş tarihinin izlerini bulmak mümkündür.
Hakikati karartılan kadının beş bin yıldır kendinden çalınan hakikati arama gerçekliği, “toprak” ile özdeşleştirilen bir kadının, Emine Şenyaşar’ın Anneler Günü’ndeki feryadında da yükseliyor. Erkek devlet şiddetinin “elini öpecek evlat bırakmadığı” Emine ananın adalet ve hakikat arayışı ise tükenen ağıtlarında nöbetleşiyor…
Tanrıçalardan günümüze kadın hakikatinin tarihsel gerçekliğinden yola çıkarak bugün kadının ataerkil devlet-aile-kültür yapıları içinde mülkleştirilmesinin, sömürüsünün ve erkek karşısında ezilmişliğinin nedenselliğini araştırmak ve hakikati çalınan kadının geçirdiği evrimlerin kökenini bilmek, her türlü zora-baskıya rağmen haklarından, hayatlarından ve hakikatlerinden vazgeçmeyerek mücadele yürüten kadınlara hakikatlerini bulma ve güçlü olma yolunda yol gösteriyor, cesaret aşılıyor…
HDK Kadın Koordinasyonu Üyesi*