“Ben her zaman düşünmeye, başka hiç kimsenin daha önce düşünmemiş olduğu gibi başlanması; ama ondan sonra başka herkesten öğrenilmesi gerektiğini düşünmüşümdür” der Filozof Arendt çağına dair yaptığı aşkın metaforunda. Onun kendi çağı için söylediği hiç şüphesiz bizim çağımız için de önemli bir olgudur artık. Onun içindir ki; Arendt’in o zamanki metinleri çağımızda yeniden bir Rönesans yaşamaktadır. Küresel ölçekte yükselen sağ-popülist akımlar ve vasat yönetici kadrolar bunun en bariz kanıtıdır. Nitekim Trump’ın ABD Başkanı seçilmesiyle beraber Arendt’in en bilenen ve komplike çalışması “Totalitarizmin Kökenleri” en çok satanlar listelerine girdi.
Her ne kadar çoklu nedenlere bağlı gibi görünse de esas sebebin Batı dünyasındaki ilkesel değişimler ve düşünce erozyonları olduğu muhakkaktır. Çağımızın sancıları Arendt’in yaşadığı, incelediği, çalışma ve yorumlarıyla tarihe not ettiği o tekinsiz çağın olgularını anımsatmaktadır. Zira Arendt’in çalışmaları faşizmin ve totaliter şiddetin nedenlerine, kendi kaçış deneyiminin sonuçlarına, uygarlık değerlerinin çürümesine ve siyasette gerçek ile yalanlar arasındaki sınırlara ışık tutmaktadır.
Günümüzün toplum biçimleri her ne kadar Batı’dan Doğu’ya çeşitli farklılıklar gösterse de, uygarlık değerlerinin çürümesi, insan düşüncesinin kıtlığı ve onun sonucunda ortaya çıkan kin ve hinlik tüm yerküreye yayılmış durumdadır. Arendt’in deyişiyle “üzücü olan gerçek, çoğu insanın kötülük ve iyilik arasında seçim yapma donanımına sahip olmamasıdır”. Onun için değerler yıkımı, hınç, kin, nefret ve ötekileştirme bir geleneğin dışavurumu olarak uygulanır dünyanın birçok yerinde. Dolayısıyla Trump öncülüğündeki mevcut rejimin yönetim biçiminin sağ-ırkçı olması münferit bir gelişme değildir: Avrupa Birliği ülkelerinden Latin-Güney Amerika’ya, Ortadoğu’dan Uzak Doğa’ya dek uzanan bir totaliterleşme çağı yaşanmaktadır.
“Seçkinlerin” yarattığı bu kitsch kültür sarmalında oluşan popülizm, yüksek dozda milliyetçilik, kamplaşma ve düşmanlaşma serabı “kurumsal faşizmin” yüzüne liberal demokrasi maskesini takarak kol gezmektedir. Dolayısıyla çağın mevcut sancılarını, Arendt’in ‘Totalitarizm Kökenlerine’ (1955) dair geliştirdiği kuramdan soyutlayarak ele almak doğru değildir. Onun için muhafazakâr ve liberal muhafazakâr ideolojik aparatların ağırlıklı ekseriyeti totaliter elementler üzerine bina edildiğinden zamanla faşizmin beslendiği geleneksel retorikle tahakküm kurar. Kurulan söz konusu tahakküm koşulların uygunluğuna göre gelişir ve nihai olarak “mutlak ve kontrolsüz bir yönetim” şekline evrilir. Bu gelişim sürecini bu şekilde ilk tanımlayan ise (sistema totalitario) İtalyan liberal siyasetçi ve teorisyen Giovanni Amendola’dır (1925). Çünkü Amendola, Mussolini 1925’te iktidarı ele geçirdikten sonra, asırlık yeni bir tarihi yanılsamaya, bir siyasi anlayışa, yani faşizm daha yeni büyük bir felakete imza attığını biliyordu.
Buradaki büyük yanılsama metaforu, faşizmin kavramsal veya olgusal olarak ne anlama geldiği ile ilgili değildi tabii ki, halkın anlayabileceği yalın bir soyutlama çabasıyla gelmekte olan tufana gönderme yapmaktı. Dolayısıyla burada faşizmin kuramsal olarak ne anlama geldiğinin değil ne ve nereden beslendiğini anlamanın daha hayati olduğudur. Başka bir deyişle, geleneksel ve modern kötülük (faşizm) arasındaki fark, saklanmakla yok saymak arasındaki farkın sanatında saklı olmasıdır. “Faşizmin bir anlamda eski yalan sanatına yeni bir varyant eklediğini söyleyebiliriz – aklınıza gelebilecek en iblis varyant, gerçek yalandır” Arendt’in dediği gibi. Bu çağın birçok yöneticisi birer simyacı gibi büsbütün büyücülük yaprak dünyaya hükmetmektedir ki; ironik bir şekilde, amaçlarına ulaşamasalar bile büyük yalanlarıyla tarihi zan altında bırakacaklardır.
Tek tanrılı dinlerin güçlü din adamları ve imparatorlara sağladığı yetkiler ile yönetim kolaylıkları, cennet vaatleri ve itaatsizlere uygulanan akıl almaz cezalar birleşince, dayatılanlara yetinmek dışında bir seçenek kalmamaktadır.
Skolastik Çağ’dan bugüne kadar değişmeyen önemli hakikatlerden biri doğa üstünde tahakküm kurmuş insanın doğayı, tanrının bir lütfu olarak görmesidir. Gözle görülüp kulakla duyulan ile elle tutulup tadına bakılanın ötesini merak etmek, cezalandırılmayı hak eden bir saygısızlık olarak görülmüştür. İnsan aklı bu dönemde, öğrenme, tasarlama ve gelişme olanaklarını kullanmaz, yalnızca kendisine verilmiş görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Zihinsel becerileri de ancak tanrı ve hükümdarın büyüklüğünü hissetmek ve bu dünyadaki temsilcilerinin emirlerini yerine getirmek için vardır. Modern çağın yaygın düşünüşünün, insanın tarihsel yolcuğu içinde öne çıkan özelliği, aklın temel malzemesi olan somut dünya gerçekliğinin şeffaflaşarak yalnızca bir arka plan halini almasıdır. Söz konusu bu şeffaflık, sorunları kendi gerçeklikleri içinde algılamaya ve var olan olguları çözümler üretmek için kullanmaya engel olacak bir bulanıklık yaratır. Etkileşimde bulunulan değil ama yalnızca bahşedilmiş bir fon olarak, üstelik de algı perspektifi bozulmuş doğa imgesinin örnekleri, dönemin görsel sanatlarında bolca bulunmaktadır. Algıyı şeffaflaştırmakla yetinmeyen yeni bir bakma biçimi, aklın öncelikli aracı olan mantığı kendi savunma silahlarını geliştirmeye sevk edecektir. Salt akıl yürütmelerle değil evrensel iyinin yolda sapmamasıyla, olay ve olguları sorgulamayla dünyayı her tür değişime hazırlamak mümkündür.