Bir başka önemli OHAL kararnamesi de 24 Şubat tarihlidir ve bu kararname ile depremzedelerin yerleşeceği yeni yerleşim yerleri için mera ve ormanlık alanların da kullanılmasına imkân tanınıyor. Tümüyle yıkılan binlerce binanın enkazı daha kaldırılmamışken ve bu enkazın altında birçoğu da kurtarma bekleyerek ölenlerin cesetleri çıkarılmamışken
Meriç Gök
Gazeteci ve yazar Cevat Fehmi Başkut’un yazdığı bir oyundur “Buzlar Çözülmeden”. Oyun, Dünya’da henüz iklim krizinin yaşanmadığı, dolayısıyla mevsimlerin bildiğimiz özelliklerini taşıdığı, yani Kış’ın kış gibi olduğu, karın yağdı mı insan boyunu aştığı bir zamanda, bir Anadolu kasabasında geçer. Zor kış koşulları nedeniyle yollarının kapanmasından dolayı dünyadan kopan bir kasabaya yeni bir kaymakam atanmıştır. Fakat atanan kaymakam, yolların kapalı ve haberleşmenin kesik olduğu kasabaya gelemez; bu sırada akıl hastanesinden kaçıp kasabaya sığınmak zorunda kalan bir deli, kasabalı tarafından kaymakam sanılır. Deli kaymakam, buzlar çözülüp yollar açılınca gerçek kaymakamın geleceğini ve durumun anlaşılacağını bildiğinden, ona göre kasabada yapılması gereken her işin, mutlaka bitirilmesi gereken bir son günü vardır ve bu son gün, aynı zamanda oyuna da adını verir: Buzlar Çözülmeden. Erdoğan’ın da MHP destekli iktidarının bu son döneminde, özellikle yolun sonu göründüğünden beri, yani gelecek seçimin artık kaybedeni olacağını anladığından beri oyunun, tüm işlerini buzlar çözülmeden halletmek zorunda kalan delisi gibi belirli bir son günü vardır: Seçime kadar. O da kollarını sıvayıp var gücüyle çalışıyor: Seçime kadar. Ancak deli kaymakam, kasabanın yıllarca çözülmemiş birçok sorununu, sömürücü, egemen toplumsal kesimleri yani eşraf ve mütegallibeyi karşısına alarak halkın yararına ‘buzlar çözülmeden’ çözerken Erdoğan, kamunun (halkın) çıkarlarına aykırı, fakat temsilcisi olduğu bir avuç doymak bilmez, yağmacı sermayedarın yararına olan işleri yapıyor‒bunların içinde yeni havaalanını (İstanbul) yapan müteahhitler daha çok kâr etsin diye eskisinin (Atatürk) kullanılamaması için pistini kırdırmak ve pistin dibine cami yapmak gibi şeytanın bile aklına gelmeyecek işler de var. Seçime kadar süresi kısıtlı olduğundan bunları yaparken hayli telaş içinde olduğu görülüyor.
Şimdi alelacele yaptığı, yapmaya koyulduğu işlere bakalım: Deprem bölgesine ilk iki gün acil kurtarma ekiplerini ve askerleri göndermeyen iktidar (Erdoğan) 8 Şubat’ta yani depremin henüz ikinci gününde on ilde üç ay geçerli olmak üzere OHAL ilan etti ve 11 Şubat’ta, öğrenci yurtlarına depremzedeler yerleşecek bahanesiyle üniversitelerde bu yılın sonuna kadar yüz yüze eğitimi sonlandırdığını duyurdu. Bununla ilgili kararı, daha sonra YÖK’e aldırtarak kendisinin böyle bir karar almaya hukuki bir yetkisi olup olmadığına dair tartışmayı da bir bakıma sonlandırmış oldu. Fakat üniversitelerin tüm ülkede yüz yüze eğitime kapatılmasının depremzedelerin barınma sorunuyla nasıl bir ilişkisi olduğu sorusu ortada kaldı. Şu tek örnek bile bu kararın ne denli saçma olduğunu göstermektedir: Ankara’da 37 KYK yurdundan sadece ikisinde depremzede kalıyor, buna karşılık öğrenci yurdu olsun olmasın Ankara’daki bütün üniversiteler kapalı. Öğrenim hakkına getirilen bu yasak Corona salgını sırasında eğlence yerlerine getirilen kısıtlamaları hatırlatıyor. O zaman da eğlence mekânlarında önce saat 22, sonra 23, sonra 24 ve en son 01’den itibaren canlı müzik yapılmasına getirilen yasakla Corona arasında nasıl bir bağlantı olduğu bir türlü anlaşılamamıştı. Ancak bu yasağı izleyen günlerde gelen festival yasakları, bunun aslında bir ‘üst aklın’, ilahi dışında müziksiz bir toplum tasarısının parçası olduğunu gösteriyordu. Bu bağlamda Nazım’ın, 1950’li yıllarda yasaklarla karşılaşan komünist siyah şarkıcı Paul Robeson için yazdığı dizeler akla geliyor:
Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
İnci dişli zenci kardeşim
Kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize.
Korkuyorlar Robson.
Bir başka önemli OHAL kararnamesi de 24 Şubat tarihlidir ve bu kararname ile depremzedelerin yerleşeceği yeni yerleşim yerleri için mera ve ormanlık alanların da kullanılmasına imkân tanınıyor. Tümüyle yıkılan binlerce binanın enkazı daha kaldırılmamışken ve bu enkazın altında birçoğu da kurtarma bekleyerek ölenlerin cesetleri çıkarılmamışken TOKİ aracılığıyla yaptırılacak yeni toplu konutların yakın müteahhitlere ihale edilmesi ve hatta bunların bazılarının temellerinin atılması‒ evlerini yitirmiş insanların çadır sorununu çözmeyen iktidarın depremzedelerin konut sorununu çözmeye soyunmuş görünüyor olması, aynı zamanda siyasal iktidarın önceliğinin ne olduğunu da göstermektedir. Tabii bir de bunca yıl bilim insanlarının uyarılarına kulaklarını kapayarak depreme hiçbir hazırlık yapmadığı gibi yıllarca özel iletişim vergisi adıyla vatandaşlarından ‘deprem vergisi’ olarak toplamış oluğu yaklaşık 40 milyar dolar bir parayı da gözde müteahhitlerine peşkeş çekmiş olan bir iktidar söz konusu‒ilginçtir, bu konuda hiç konuşmuyor. İstanbul’da 1999’dan bu yana uygulanan ‘kentsel dönüşüm’ projesinin ise büyük ölçüde ranta dayalı bir uygulama olması da üzerinde durulması gereken bir başka sorun.
Oysa deprem, hiç de beklenmedik bir doğa hadisesi değildi. Doğu Anadolu fayının, ülkenin en tehlikeli faylarından biri olduğu biliniyordu. Üstelik Naci Görür gibi bilim insanları bu konuda yıllardır yetkilileri uyarıyordu. Ayrıca muhalefet de iktidara sorunun acilliğini sık sık hatırlatıyordu. Sözgelimi HDP milletvekili Dilşat Canbaz Kaya, Şubat 2020’de üç soru önergesi vererek İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya Antep, Hatay ve Maraş illerinde yapı yönetmeliğine uyulup uyulmadığını, depreme dayanıklı bina olup olmadığını ve bakanlığın hangi acil durum planlarını hazırladığını sormuştu. Soylu, milletvekilinin bu sorularına üç yıl boyunca yanıt vermedi. Deprem bölgesinde depreme karşı güçsüz binaları güçlendirecek çalışmalar yapmak yerine Soylu’nun bu konuda yaptığı sadece bir çocuk oyunu seviyesindeki o ‘çök, kapan, tutun’ adlı deprem tatbikatı oldu. Halkın bu tür hayati önemde gerçek güvenlik sorunlarıyla ilgilenmek ve bunlara çözüm getirmek yerine tüm mesaisini, asli görevi gördüğü Kürt/HDP düşmanlığı yapmaya harcayan ve AFAD faciasının bir numaralı sorumlusu olan Soylu şimdi, diğer bakanlar gibi bir yerden milletvekili seçilerek kendini kurtarmaya çalışıyor.
Tekrar Erdoğan’a dönersek bir an önce bitirilecek işlerinden biri de OHAL kararnamesiyle getirdiği düzenlemeyi, meclisten geçirerek Orman Kanunu’na eklemek oldu. Böylece güya depremzedelere konut yapmak gibi kulağa hoş gelen bir argümanın arkasına saklanarak, aslında inşaatların arsa maliyetini sıfırlayarak müteahhitlerine daha ucuza mal edecekleri konut yapma fırsatı sunmak için ormanların giderayak talan edilmesine imkân sağlamayı hedefliyor; yani yapı ruhsatı ile ağaç kesme ruhsatını birlikte vermeyi düşünüyor. Nerdeyse her gün alelacele yurdun birçok yerinde hazine arazileri, malum inşaat şirketlerine satılıyor. Özellikle 2022 yılının Mayıs’ından itibaren kıymetli hazine arazilerinin yok pahasına satışına hız veriliyor. Marmaris İçmeler, İzmir Çeşme, Didim Altınkum, Ankara Çayyolu, Bodrum Ortakent özelleştirilerek satılan arazi ve taşınmazların bazılarının bulunduğu yerler.
Deprem nedeniyle evsiz kalan depremzedelerin konut ihtiyacı da onun iştahını öyle kabartmış olmalı ki depremin hemen ardından sanki depremin büyük bir felaketle sonuçlanmasının en büyük sorumlusu değilmiş gibi 20 bin konutun temelini atıyor, üstelik iki ay içinde de 200 bin konutun daha temelini atacağını açıklıyor ‒gerçi bunların bir yıl içinde bitip bitmeyeceği de bir muamma; çünkü hâlâ İzmir’de, hatta Van’da depremzedelere çoktan verilmesi gerektiği halde teslim edilememiş konutlar var. Bazıları güçlü olan artçı sarsıntılarla sallanmaya devam eden bir zeminde, üstelik gerekli zemin etüdü yapmadan yeni konutların inşaatına başlamanın doğru olmadığı da onu hiç ilgilendirmiyor. Esasen onun şehir anlayışında kentler konutlardan, yollardan, köprü ve geçitlerden ibaret yerler; evler de insanların başlarını sokacakları binalar sadece. Onun şehir anlayışında şehir planlaması, kamusal alanlar, kentsel toplumsal doku, kentin kimliğini oluşturan unsurların önemi yok. Varsa yoksa inşaat var; gerektiğinde tarihi bir havaalanını, hastaneyi, stadyumu ve hatta kültür ve sanat kurumunu (Taksim AKM) yıkıp yerine yenisini, fakat mutlaka daha büyüğünü yapmak ve bununla da övünmek var.
Bitirirken, eğer Erdoğan zamanında doğru öncelikleri belirlemiş olsaydı, ülke şimdi bu durumda olmayacak ve en önemlisi birçok insan hâlâ hayatta olacaktı ‒ o zaman da o Erdoğan, bildiğimiz bugünkü Erdoğan olmazdı zaten. Depremde de pandemide olduğu olduğu gibi gerçek ölü sayısını saklayan ‒bölgeden gelen haberlere göre gerçek ölü sayısı, AFAD’ın açıkladığının en az iki katının üzerinde‒ ve sorunları tartışmak yerine çok sevdiği inşaat işine ‒kendi sarayının da kaçak bir bina olması, kural yerine kuralsızlığın esas olduğu, kaçak yapılı fakat imar aflı Erdoğan Türkiye’sine ne çok uyuyor‒ tam anlamıyla harala gürele girişen Erdoğan’a ve onun şahsında cisimleşmiş bu kadın, yaşam ve özgürlük düşmanı rejime ve döneme nihayet 14 Mayıs’ta her bakımdan gerçekten artık yeter denileceği anlaşılıyor.