Büyüklenmek, böbürlenmek ya da üstünlük kompleksi… İnsanın insana, insanın doğaya yönelik kurmaya çalıştığı tahakkümün yarattığı keskin bir sapma. Bir kendini bilmeme ve en nihayetinde kandırma hali. Doğayı yendiğini, dize getirdiğini düşündüğü anda, yenilenin kendisi olduğunun farkına varma ya da çoğu zaman varamama gafleti.
Alfred Adler’in de tanımladığı gibi büyüklük kompleksi kaynağını aşağılık kompleksinden yani insanın kendisini daha az değerli görmesinden alır. Büyüklük kompleksini, “Kişinin aşağılık kompleksine bağlı olarak kendini diğer insanlardan daha üstün görme, yüceltme çabasının sonucu oluşur ve üstün duruma geçme ya da hissetme isteği kendini kahraman ya da çok önemli biri gibi görmeye sebep olur” şeklinde tanımlar Adler. Bu duygu sapmasının kökeni insanın doğaya savaş açtığı tarih öncesi çağlara kadar dayanır. Doğanın muazzam gücü karşısında kendisini biçare, ezik, güçsüz, yetersiz, savunmasız ve korumasız gören insanın yaşadığı “aşağılanma” duygusuyla baş etmek için yarattığı bir yönteme dönüşür büyüklük arayışı.
Büyüklük zamanla bir saplantıya dönüşür. İlk dönemlerde sığınacak bir mağara arayan, o mağaranın bir kovuğuna sinen insan, yapı inşa etmeye başladığı andan itibaren daha büyüğünü, daha büyüğünü istemeye başlar. Zigguratlar, Babil Kuleleri insanın tarihteki ilk büyüklük saplantısının örneği olarak zuhur etti. Sonrasında Firavun, yüzbinlerce belki de milyonlarca insanın yaşamına mal olan piramitleri dikerek bu büyüklenmeyi sürdürdü. “Daha büyük yapı daha güçlü ve kudretli insan” algısına dönüştü. Büyüklük yarışı artık sadece doğaya meydan okumanın simgesi değil aynı zamanda yeryüzündeki küçük “tanrılar” arasında kim daha güçlü yarışı haline geldi. İnsanların aslanlara parçalatıldığı arenalar bu dönemlerde inşa edildi. Devasa ve şatafatlı saraylar daha sonra gökdelenler halini aldı. Burc El Halifeler, Şangay Kuleleri, İkiz Kuleler, 1 kilometrelik uzunluktaki Cide Kulesi bu büyüklük çılgınlığının geldiği son aşamayı ifade etmeye başladı. Büyüklük kompleksi sadece yapılarla sınırlı kalmadı; büyük denizaltılar, gemiler, bombalar, daha büyük katliamlar, daha büyük kitlelere hükmetme arayışları…
Bir zamanlar Roma’yı ve arenalarını rakip bilmiş Osmanlı’nın mirasını sürdürdüğünü belirten siyasi gelenek bu büyüklük arayışından geri kalır mı? Kalmadı elbette. Gelsin 3’üncü Köprüler, 3’üncü Havalimanları, Kanal İstanbullar, bir stadyum büyüklüğünde inşa edilen 60 bin kişilik Çamlıca Camiileri, 1100 odalı Saraylar. Hepsi de çılgın projeler, hepsi de büyüğün daha büyüğü iddiasını taşıyan yapılar. Hepsi de doğaya meydan okuyarak, doğa katliamı ile gerçekleştirilmiş büyüklük takıntısının sonucu inşa edilen binalar.
İnsanın bu çılgınlık düzeyine ulaşan büyüklük kompleksinin vardığı sonuç ortada. Dünyanın bir ucunda hapşıran bir insan bütün bu büyüklükleri yerle yeksan etti. Bir yarasa kanat çırptı bu yapılar tuz buz oldu. Herkes kalabalıklardan kaçmaya, salgından kaçmak için kendisini izole etmeye çalışıyor. Artık o devasa yapılar kimsesiz. 60 bin kişilik camiide sadece müezzin ezan okuyor. O 1 milyon kişinin uğrayacağı varsayılan havaalanı kapatıldı, 1100 odalı Saray ıssız. O devasa gökdelenler o milyonluk kentler, o akıllı metrolar kimsesiz. El ayak çekildiğinde o çağın projelerinin hiçbirinin anlamı kalmadı. Ama zaten hayat bunlarsız da devam ediyormuş. Dünyanın en büyük havaalanı bizim derdimize derman olmuyormuş. Hayat böyle de sürdürülüyormuş. Tehdit ve tehlike o devasa ve insanların ölümü üzerinden yükseltilen havaalanlarında değilmiş.
Bu yalnızlık vesilesiyle yeniden düşünmek ve ortak yaşamı nasıl yaratacağımızım yolunu bulmak zorundayız. Salgın vesilesiyle gördük ki, bize lazım olan milyonlarca insanı birbirine yabancı devasa kentlerde, koca binalarda başka türlü bir izolasyona tabi tutmak değil, insanların birbiriyle dayanışma içinde olduğu doğayla barışık, doğanın bir parçası olduğunu bildiği yaşam formları oluşturmaktır. Çünkü doğayla yarış olmaz, doğayla inatlaşılmaz, doğanın dengesiyle oynanmaz. Olursa herkesin köşe bucak kaçtığı felaketler kaçınılmaz olur. O yüzden doğa bizi uyarıyor. Salgına karşı can havliyle hepimizin kendisini tecrit etmesi, yalıtması da çözüm olmayacak. Bu salgın ve haliyle izolasyon süreklileşirse o da insanlığın bu yüz yılda bir başka sapma haline dönüşecek.
Eskide ısrar etmenin hiç kimseye bir faydası yok. Bütün büyüklenmelerin nasıl kağıttan kaplan olduğu ve en küçük fırtınayla yıkıldığı görüldü. Büyüklenenler de köşesine çekildi. Büyük ve çılgın projeler iflas etti. Şimdi sıra kendi yaşamlarımızın inisiyatifini ele almak ve köy-komün, kent-komün yapılarını hızla hayata geçirmektir. Salgını hepimiz kendisi açısından doğruyu görmek için fırsat haline getirebiliriz. Belki de bu felaketin böyle bir olumlu sonucu olur, kim bilebilir.