Haber okuyunca, aklıma hemen “Mustafa Muğlalı Kürtleri öldürmeye devam ediyor” diye bir cümle düştü. Muğlalı’nın ‘naciz vücudu’ toprak olmuş olabilir, ama ruhu her apoletlinin içinde yaşıyor. Bunun en iyi kanıtıda böyle bir olay olabilirdi ancak. Zaten Özalp ilcesinin göbeğine yapılan kışlaya “Mustafa Muğlalı Kışlası” denmesinin nedeni de, Muğlalı’nın ruhunu yaşatmak içindi. İşte bu kışlanın arazisine bırakılmış, yada bu kışlada üzerlerine atılmış bir bomba ile beş kürt çocuğu yaralanmış, biri ise ölmüştü. (https://www.bbc.com/turkce/haberler/201 0/05/100525_van_explosion) Tabi ki bu olay için soruşturma açıldı, ancak, bu patlayıcının oraya atılması dolasıyla bir tek askerin bile ifadesi alınmadı. Çünkü, alınsaydı “Muğlalı sendromuna” yol açardı. Bir Kürdü veya birçok Kürdü öldüren veya bununu için emir vermiş, bir asker yargı önüne çıkarılırsa, bu “Muğlalı sendromuna” yol açıyor. Bu yüzdende Kürdü öldüren asker hakkında soruşturma açılmıyor
Çocukluğumuzda Nısnıs diye bir dev vardı. Bir boşlukta gelir, heybesine attığı çocukları mağarasına götürür, sonrada bir güzel yerdi. Babaannem böyle anlatırdı. Bu bizi korkutmazdı, çünkü defalarca anlatılmasına rağmen bir kere bile gelmedi Nısnıs. Bir tek çocuğu bile götürmedi. Herhalde çocuk aklımızla, nısnısın iyi kalpli bir dev olduğuna bu yüzden karar vermiştik. Korkmamamız bundandı. Daha çok nasıl biri olduğunu merak ederdik. Bir türlü yüzünü canlandırmazdık. Sadece bir boşluk gibi gezindi, çocuk gökyüzümüzde. Her anlatıldığında biraz değişirdi, mağarası bazen falan dağda, bazen feşmekan tepede olurdu. Bazen baca boşluğunda, bazende bir sis gibi kapı aralarında sızardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, biz onun bir kötülüğünü görmedik.
Sanırım artık kimse, çocuğunu korkutmak için, kötü kalpli dev masalarını anlatmıyordur. Çünkü kötü kalblı dev; her şeyi yutan bir boşluk, bir karanlık gibi, şehirlere, köylere çökmüş, durmadan çocukları karanlığına çekip, yutuyor. Ve artık çocuklar biliyor, kötü devin kim olduğunu. Küçücük ellerine, küçük taşlar alıp atıyorlar. Belki karanlığı ürkütürüz, korkuturuz da, bizden vazgeçer. Artık öldürmez bizi diye. Ama, küçük taşlar attılar diye de, onları öldürüyorlar, alıp büyük, karanlık zindanlara atıyorlar.
Çocukken bizim hiç oyuncağımız olmadı. Bu cümleyi yıllar sonra binlerce Kürt çocuğu böyle yazacak biliyorum. Onlarında hiç oyuncağı yok. Bundadır, taş ve toprak olmayan bir şey gördüklerinde, büyük bir merakla kurcalamaları. Bundan bir oyuncak, bir oyun çıkarmaya çalışmaları. Onlar, oynayacak metal bir şey bulmanın heyecanını yaşarken patlıyor, kötü ruhların araziye tarlaya bıraktığı bombalar, mermiler, mayınlar… Daha ne olduğunu anlamada, kan revan içinde kalıyor küçükçük bedenleri.
Küçük kurşunlar
“Çocukları küçük kurşunla öldürür değil mi anne?” Sırbistan sınırına 10 km uzaktaki Boşnak şehrinde, adı bilinmeyen bir çocuğun sorusu bu. 11 Temmuz 1995’te yapılan katliamda öldürülmüş. Öldürüldüğünde 4 yaşındaymış. (*) Lal eder böyle bir soru insanı, değil mi? Çocuklar, hiç olmasa zalimlerde, bu kadar insafı olur sanıyorlar. Çocuk aklı işte. Bilmezler ki en büyük kurşunları, savaşla hiç ilgisi olmayan çocuklar için yaparlar.
Ceylan Önkol’u öldüren, bomba en büyüklerindendi. Annesi, parçaların eteğine toplayıp, kefenlemişti. Uğur Kaymaz ile babasına sıkılan kurşunlar, aynı büyüklükteydi. Üstelik kurşunu sakınmadılar, her yaşı için bir kurşun sıktılar Uğur’a. Mustafa Muğlalı kışlasının arazisinde patlayan mühimmat o kadar büyüktü ki, altı çocuğu öldürcek kadar. Beşi yaralı kurtuldu, Oğuzhan Akyürek, o kadar şanslı değildi. Büyük devletin, büyük bombası ile öldü. Cizre’de, Diren’i devletin en büyük panzeri ezdi.
Madem bu bir savaş, madem çocukları öldürüyoruz. O zaman, içinde çocuk geçen bütün şiirleri de yakalım. Madem çocuk öldürmek normal, madem bir çocuk bomba ile parçalandığın da, Dünyanın dengesi bozulmuyor, o zaman bütün masalları da yakalım. İçinde çocuk geçen bütün öyküleri karanlık kuyulara atalım. Dünya bir çöl olsun öyle ise. Yeleçe bizim kutsal dağımızdı. Babaannem her sabah Yelekçe’ye yakarırdı. Çocuklarını, torunlarını, tarlarını, ekinlerini, ineklerini, koyunlarını ve kuzularını korusun diye. Aynı duayı cümle-alem içinde okurdu. Tane tane söylerdi isteklerini. Anlaşılmaması mümkün değildi. Ve Yelekçe elinde geldiğince korurdu onları. Babaannem öldü. Çocukları koruması için Yelekçe’ye yakaracak kimse kalmadı. Tanrı, bu yüzden mi kayıtsız, çocuk ölümüne. Bu yazı daha önce Özgür Politika gazetesinde yayınlandı. Dersim’de kalleş bir patlayıcı ile can veren Ayaz ve Nupelda Güloğlu kardeşlerin anısına bir defa daha yayınlıyorum.
(*)Aktaran Hasan Ali Toptaş, Harfler ve Notalar, s. 148