Erdoğan, uzun süren bir “anti-Kürt” at pazarlığı sonrasında yol verince TBMM 31 Mart 2023’te Finlandiya’nın başvurusunu kabul etmişti. 23 Ocak 2024 Salı gecesi de İsveç’le pazarlık bitti. TBMM, İsveç’in “katılım protokolünü” onayladı.
TBMM çoğunluğu, AKP sözcüsü -eski Cumhurbaşkanı yardımcısı- Fuat Oktay’ın ifadesiyle “Finlandiya ve İsveç[’in], Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrasında kökünden değişen tehdit algıları nedeniyle uzun zamandan beri korudukları tarafsızlık tutumunu değiştirerek [aldıkları] NATO’ya katılma kararı”nı onaylama sürecini sona erdirdi.
Ama, herkes öyle dedi diye Rusya’nın Ukrayna istilasının, İsveç ve Finlandiya ülkeleri ve toplumları için hakikaten yeni bir “tehdit algısı” yaratmış olduğunu kabullenmek, nesnel hakikat yerine rivayetle kandırılmaya rıza göstermekten başka hiçbir anlam taşımıyor.
Tersine, Putin rejiminin Rusya sosyalistlerinin istila sonrası yayımladıkları manifestoda da dile getirdikleri gibi, asıl, Ukrayna’ya kısa vadede boyun eğdirerek içeride irredantist ihtirasları ayaklandırma, Rus milliyetçiliğini tırmandırma hevesiyle giriştiği “Bu haksız işgal [..] saldırganlığıyla, Ukraynalı milliyetçilerin tüm suçlarını, ABD ve NATO şahinlerinin tüm entrikalarını geçersiz kıldı. Putin [Rusya sınırları] boyunca yeni füzeler ve askeri üsler yerleştirmenin gerekçelerini verdi.”
Stockholm’ün, Soğuk Savaş’ta Sovyetler Birliği karşısında kendisine NATO üyesi olmadığı halde üyesi gibi davranma marjı tanıyan elverişli koşullar altında sürdürdüğü ‘tarafsızlık’ konumunu Rusya-Ukrayna savaşında da sürdürmeyişi hiç te sahici ve ağır bir ‘Rus istilası’ tehdidinin varlığından kaynaklanıyor değildi.
Bunun en başta gelen nedeni, “İsveç’in geleneksel savunmasında çok özel tarihsel bağlara sahip olduğu -birden çok ‘Rus İstilası’ hafızasına sahip olan- Finlandiya’nın […] yarattığı basınç ve ‘en kötü durum’ senaryosunda kendisini kendi gücüyle koruyabileceğine olan inançsızlığı”ydı
Bundan da önemlisi “İsveç seçkinlerinin, Avrupa jeopolitiğinin ülkeye sunduğu ‘tarafsızlık’ olarak nitelenen tarihsel avantajları özgürlükçü ve demokratik bir iç ve dış siyasete tercüme eden Olof Palme’nin öldürülmesiyle onun radikalizminden hızla uzaklaşmış olmalarıydı.”
Olof Palme’nin bir küresel üçüncü güç inşasına yönelik “ittifaksızlık” arayışları, artık neoliberalizmin çekim alanına sürüklenmekte olan İsveç egemen sınıfları nezdinde bir fanteziye dönüştükçe, İsveç’in “Sosyal Demokrat” aristokrasisi de NATO’da huzur, Erdoğan’ın “terörizm” farfaralarında feraset bulur oldu.
Doğrusu, İsveç’in “tarafsızlığı” tarih boyu hep de jure bir tarafsızlık olagelmişti. Fiiliyatta, İkinci Dünya Savaşı boyunca İsveç Nazi imparatorluğunun rakipsiz demir çelik tedarikçiliğini yaptığı halde üzerine bomba düşmeden savaşın sonunu görmeyi başarmıştı. 1945 sonrası Varşova Paktı ve NATO arasında patlak veren “Soğuk Savaş”ta da Stockholm, NATO üyesi olmadığı halde kendisine NATO üyesi gibi davranma marjı tanıyan elverişli koşullar altında “tarafsızlık” görünümünü koruyabilmişti.
Ne var ki, Sovyetler Birliği yıkılır, NATO’nun kötü ünlü kontrgerilla operasyonu Gladio’nun kirli çamaşırları ortaya dökülürken Stockholm de, Gladio’ya yataklık ettiğini tevil yoluyla kabullenmek zorunda kaldı. General Bengt Gustafsson, 1990’da ülkede perde gerisinde bir örtülü operasyon ağının varlığını doğruladı. Gerçi bu ağa ne NATO’nun ne de CIA’in dahil olduğunu iddia ettti ama İsveç’te görev yapmış CIA görevlisi Paul Garbler, İsveç’in ağın “doğrudan katılımcısı” olduğunu ifşa etti.
“Tarafsız” olarak bilindiği günlerde İsveç’in NATO’nun asli yapısının orta yerinde yer alıyor olması, tıpkı “tarafsız” İsviçre’nin de Gladio ağının etkin düğümlerinden biri olması gibi biçimsel bir çelişki olarak görünebilir ama, bu NATO’nun varlık nedenleriyle tutarlı: NATO esasen bir silahlı siyasal sınıf dayanışması örgütüdür. Üye olmayanların fahri üyeliğine hep açık olagelmişti.
NATO, kendi iddialarına göre, II. Dünya Savaşı’nda Nazi istilacılığına karşı tarihin o güne kadar gördüğü en büyük askeri ittifakını kuran Sovyetler Birliği ve ABD’nin savaş sonrası perspektiflerinin çatışmasından doğan bir savunma zorunluluğu içinden doğmuştu. Kendisini böyle meşrulaştırıyordu. Gerçekteyse, ABD’yi NATO’yu kurmaya götüren, “kurtarılmış” Avrupa’nın gerçek kurtuluşu “sosyalizm”de aramaya devam edişiydi.
Egemen sınıfları teslim olmuş, orduları dağılmış, toprakları Nazi çizmeleri altında ezilmiş İtalya ve Fransa’da antifaşist direnişe ve Nazi işgaline karşı savaşa öncülük eden Komünist Partilerin halk nezdinde kazandıkları büyük itibar onlara artık demokratik seçimler üzerinden iktidar kapısı açıyordu. “Sovyet istilası” korkuluğu, savaş sonrasının özel koşulları içinde toplumsal ve demokratik olarak gelişmekte olan devrime kapıları kapatmak için lazımdı.
NATO’nun bütün soğuk savaş pratiği başta Fransa ve İtalya olmak üzere Avrupa’da komünistleri iktidardan uzakta tutmaya dönük örtülü iç savaş operasyonlarının toplamından ibaret olagelmişti. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği arasındaki ideolojik farklılıkların, çatışan jeopolitik çıkarlarla bir arada “Soğuk Savaş”a zemin hazırladığı elbette gerçekti ama çöktüğü güne kadar Sovyetler Birliği’nin bir tek Avrupa ülkesini istila hazırlığı yaptığı ya da şiddete dayalı “beşinci kol” faaliyeti yürüttüğüne ilişkin tek bir kanıt ortaya konamadı. Tersine, NATO’nun Gladio ağıyla her Avrupa ülkesinde II. Dünya Savaşı artığı Nazi ve faşistlerin yol komutasında halka, muhalefete, demokratik ve sosyalist güçlere, hatta salt hukuk devleti ve insan haklarının önceliği için çaba gösterenlere karşı bir yeraltı savaşı sürdürdüğü apaçıktı.
NATO ve onun kontrgerilla operasyonları, dünya kapitalizminin Türkiye’nin son 50 yıllık tarihinin olağan gelişimini yolundan saptırmak, “çağdaş” bir karşı devrim örgütü kurmak üzere Türk egemen sınıflarıyla kurdukları özel bir ittifak olarak Türkiye ve Kürdistan devrimcileri için çok daha derin anlamlar içeriyor.
Son 50 yılın deneyiminin ışığında, devletin, yurttaşların sınıfsal ve etnik çokluğu ve çoğulluğuna karşı giriştiği bir müzmin savaş, her bir halkası monolitik Türk ‘ulus devleti’ ilkesini pekiştirmeye özgülenmiş bir karşı devrimler zinciri olarak okunması gereken Türkiye’nin modern tarihi boyunca devlet ile toplum arasında yarım yüzyıl boyunca süre gitmiş olan bu örtük iç savaş, Gladio’nun 1970’lerde Türkçülerin sırtına binerek Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hiç yabancılık çekmeden nüfuz edişi için de en elverişli iklimi oluşturdu.
1960’larda bütün kıtaları kat eden devrimci dalga 1965-71 arasında Türkiye kıyılarını büyük bir güçle dövmeye başladığında, 1968’in büyük gençlik isyanı işçilerin ve köylülerin isyanıyla buluştuğunda, Genelkurmay ve Pentagon derin bir anlayış ve empatiyle birbirlerinin kollarına atıldılar. Türk karşı devrimciliği NATO standartlarına yükseldi. Bunun halklarımıza maliyetini biliyoruz: Türkiye ve Kürdistan devrimcilerinin NATO nezaretinde verdikleri 10 binlerce kayıp. NATO’nun bütün kahramanlarımızın katili olduğunu bir kenara yazmadan bu hesap kapanmaz.
Keşke, İsveç’in NATO üyeliğine İsveç parlamentosu Riksdag’da karşı çıkarken “Ben pek çok sebepten ötürü NATO’ya ve savaşa karşıyım. Savaşla ilgili deneyimim bunlardan biri. İsveç, Ukrayna’ya ve diğer ülkelere silah gönderdiğinde de buna karşıydım. Bizim İsveç’te bir barış tarihimiz var ve barış temin etme ve barış diplomasisinin NATO’ya ihtiyacı yok. NATO ve nükleer silahlar dünyaya ya da AB’ye daha fazla güvenlik getirmez.” diyen eski Komala savaşçısı Amina Kakabaveh ve 37 arkadaşının sesi TBMM’de daha güçlü yankılansa.