Büyük Rus yazar Gogol’un Petersburg’ta geçen ünlü bir hikâyesidir “Burun”…
Berber İvan Yakovleviç sabah uyanıp “bugün canım sıcak ekmekle soğan çekti” der. Ekmeği ikiye böler ve içinde bir burun görür. Böyle başlar hikâye. Daha sonra korkuya kapılıp burnu yok etmek ister…
(Başlarım şimdi Gogol’a ha! Ne burnu ya? Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen hafta açıklamalarda bulundu tabi. Özgürlük konusuna girdi. Benim ülkemde özgürlük sorunu, ifade özgürlüğü sorunu mu var? dedi. Buyurun cevap verin… Tabii ki yok!)
Burun, sekizinci dereceden bir memur olan Kovalev’e aittir. Bir sabah kalkar ve burnunun yerinde olmadığını görür. Yüzü dümdüzdür. Yüzünü, burnunu kapatarak dışarıda onu aramaya koyulur. Kovalev’in derdi sosyeteye karşı vereceği çirkin görüntüdür. Burun sahibi olmamak utanç vericidir onun nazarında. Aklına burunsuzluk hali geldikçe karamsarlığı artar. İnsanların içine nasıl çıkacaktır? Ne yapması gerektiğini düşünürken gidip bir gazeteye ilan verir.
Kayıp burun ilanı.
Gerçek adını yazmaya korkarak verir bu ilanı. Çok geçmeden burnunu sokakta bir binaya girerken görür. Evet burun bir devlet memuru olarak ortalıkta dolaşmaktadır. Kılık değiştirmiştir. Onunla tartışır, ikna etmeye çalışır.
(Açıklamalarına devam etti Erdoğan, ‘isteyen istediği gibi konuşuyor, inandığı gibi yaşıyor, istediği gibi giyiniyor, istediği gibi yiyor içiyor, bütün bunları yapıyor’ dedi. İstediğinizi söyleyin ama hapse girersiniz, istediğinizi giyinin ama tokat atarız, yiyin için ama mekan basarız demedi tabi. Bunları düşünen de vatan hainidir. Kendimize gelelim lütfen, bu özgürlük deryasından faydalanalım)
Burun ondan kaçar…
İyice bunalıma giren Kovalev evine döner. Sonra bir sabah uyandığında burnunun geri döndüğünü görür.
Burun geri dönmüş de, benim merak ettiğim yüzü gidenlerin, yüzsüz olanların haline olacak? Geri geliyor mu onların? Etraf siyasal yüzsüzlüklerle dolup taştı. Kasıyor artık…
***
14 Temmuz 1789 gecesi bir asker dörtnala kralın kaldığı saraya doğru gitmektedir. Kan ter içinde kendini içeri atar ve kralı çağırın der. Kral çoktan uyumuş kim bilir hangi rüyayı görmektedir… Kralın uyuduğu söylenir ve onu uyandıramayacaklarını söyler saray görevlileri. Gelen haberci mutlaka uyanmasını, başka çaresinin olmadığını vurgular. Sokakta yaşananları iletince ikna olup kralın odasına dalarlar… Krallığı boyunca ilk defa uyandırılmıştır. Ve buna sebep olan şeyi merak ettiği bile söylenemez.
(Okumayı bırakın lütfen, ne diyeceğim… Erdoğan başka başka şeylerde söyledi. Mesela “Biz hiçbir şeye yasak getirmedik. Türkiye, yasakların olduğu bir ülke olmamıştır…” dedi. Yasağın yasak olduğunu söylemek yasak olduğu için tanım doğru. Yani teorik olarak doğru söylüyor.)
Haberci asker karşısına geçer, başlar Bastille ayaklanmasının detaylarını anlatmaya. Dışarıda gerçek bir fırtına kopmakta, dünya tarihini değiştirecek olaylar cereyan etmektedir… Soğukkanlıca dinledikten sonra odasına çekilir, 16. Louis, Fransız Devrimi’nin yaşandığı 14 Temmuz gecesi günlüğüne tek bir kelime yazar: “Hiç” …
(Erdoğan en güzel cümlelerini sona bırakır tabi! Şöyle ki “Hiçbir dönemde bu kadar özgür, bu kadar huzurlu, bu kadar rahat bir dönemi yaşamamıştır” dedi. Ekmek çarpsın dedi. Bu sözler söylendiğinde iki nehir kurudu, kuş sürüleri toplu intihar dalışı yaptı, belgesel için kamera takılan bir kartal nalet gelsin sana hayat deyip kendini kayaya vurdu)
Evet, “hiç” yazar… O gün hiçbir şey yaşanmamıştır, o gün hiç geyik vurulmamıştır avda, değişik bir şey yoktur… O hiç dediği şeyin etkileri 229 yıldır dinmedi. Halen canlı halen etkili…
(Açıklamalarını okudunuz. Ülkenin genel hali için, olan bitene dair kral çok haklı. Bir günlük versen her gün hiç yazarım. Bugün yine her şey oldu ama hiç işte. Koca bir hiç!)