Arınç’ın konuşması ve ardından istifasıyla gelişen süreci değerlendiren Buldan, ‘AKP-MHP ortaklığı kendi içinde bir çatışma, çözülme yaşayacak ancak şu anda birbirlerine mahkûm ve mecbur duruma düştüler’ dedi
Ankara’da siyaset gittikçe ısınıyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan istifa etmesiyle başlayan süreçten, devlet-mafya ilişkisine kadar uzandı. “Çözüm sürecinin” bitirilmesi ve İmralı’da tecridin tekrar devreye girmesi sonrası son 5 yılda yaptığı açıklamaların tersine, Edoğan’ın “kendimizi AB’de görüyoruz” diyerek dümeni yeniden batıya kırması ve “yargı ve hukukta reform” açıklaması, Cumhur İttifakı’nda çatırtılar oluşturdu. Organize suç örgütünün başı ve MİT adına çılaşan Alaattin Çakıcı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu, tehdit etti. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, tehditleri sahiplenirken, AKP kurmayları ise meseleyi görmezlikten geliyor. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nda istifa eden Bülent Arınç’ın, Demirtaş ve Kavala’nın tahliye edilmesine yönelik açıklamalarında ise Bahçeli’nin tepkisini, Erdoğan sahiplendi.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, Ankara’daki genel tabloya bakıldığında Cumhur İttifakı’nda çözülmenin başladığını düşünüyor. Buldan, yaşanan gelişmelerin Türkiye’yi Devlet Bahçeli’nin yönettiğinin kanıtı olarak ifade etti. Buldan, siyasette yaşananları, olası ihtimalleri, muhaliflere yönelik baskıyı ve PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde devam eden tecride dair Mezopotamya Ajansı’ndan (MA) Berivan Altan ve Selman Güzelyüz’ün sorularını yanıtladı.
Yeniden gündeme gelen “reform” söylemiyle başlayalım. İktidar bu sözcüğü sık sık gündeme getiriyor. Özellikle yargı ayağı her çevrede tartışma konusu. Siyaset, yargı, medya her şeyin iç içe girdiği bir sistemde reform olabilir mi?
AKP-MHP ittifakının anlayışında, yaklaşımında kesinlikle bir reform düzenlemesi yapılmayacağını görüyoruz. Açıklamaları tamamıyla kendi tabanına yönelik, AKP’den kopmuş olan kesimleri yanına çekmek ve olası bir erken seçimde kendi tabanını konsolide etmek amacıyla söylenen sözlerdir. Ekonomi ve yargı alanında yapılacak olan reform söylemlerinin hemen ertesinde Kemal Kurkut’un davası görüldü, polis beraat etti. Diyarbakır’da bir operasyon yapıldı, çok sayıda kişi gözaltına alındı. Bu koşullarda yargıda bir reform düzenlemesi gerçekleşmez. AKP tarafından yapılan açıklamalar, tamamıyla aldatmaca ve kendisinden birçok gerekçeyle ayrılmış olan, küsmüş olan insanları geri çekmek adına yapılan bir şey. Bir diğer yandan da Kürt tabanına seslenen bir açıklama, fakat Kürt halkı bu söylemleri iyi okumalıdır. Bu kadar yoğun baskının, tutuklamanın, şiddet politikalarının olduğu bir dönemde, AKP dönem dönem böyle söylemlerle insanların kafasında farklı algılar oluşturmak istiyor. Bunu da böyle okumak lazım. Biz HDP olarak, AKP’den bir reform beklemediğimizi söylemek isterim.
Yargıda bir reformun düzenlenebilmesi Kürt sorunu ile bağlantılıdır. Bugün Kürt sorunun çözümsüzlüğünden kaynaklı çok büyük sıkıntılar yaşanıyor. Yargı reformu dediğimiz şey aslında Kürt sorunun çözümüdür. Bugün cezaevlerinde binlerce siyasetçi, HDP’ye üye olan, HDP’de vekillik, belediye başkanlığı yapan binlerce insan, haksız ve hukuksuz bir şekilde cezaevinde rehin olarak tutuluyor. Yargı reformu denilecekse; önce şu an cezaevinde haksız bir şekilde tutuklu olanların derhal serbest bırakılmaları gerekiyor. Bu konuda herhangi bir adım yok. Bu konuda özellikle AKP hükümetinin çok katı bir yaklaşımı var. Pandemi sürecinde çıkan yasalarda da Kürt halkı ve HDP’li siyasetçileri kapsam dışı bırakıldı. Pandemi sürecinde bu insanlar gözardı edilerek, cezaevlerinde ölüme terk edildi. Oysa bu ülkede cinayet işleyenler, tecavüz edenler, farklı suçlar işleyenler serbest bırakıldılar. Bu AKP hükümetinin Kürtlere ve HDP’ye yaklaşımının göstergesiydi.
Reform söylemleri ardından Mehmet İhsan Arslan’ın, Bülent Arınç’ın açıklamaları, Cumhur ittifakı içerisindeki çözülmenin başladığının işaretidir. Bunu toparlamak için AKP yeni yeni açıklamalar yapmak zorunda kalacak. Bundan sonrada bu açıklamaları görmeye devam edeceğiz. AKP çözülüyor, çözülmeye başladı. Çünkü AKP artık bu ülkeyi yönetemiyor. Yönetememenin vermiş olduğu duygusal ve siyasi kırılmalar, AKP’yi yeni bir şeyler söylemeye mecbur bırakıyor. Onun dışında yeni bir yargı, ekonomi paketi, düzenlemeyi hiç kimse beklemesin. Biz tamamıyla kendi irademize, mücadele inancımıza güvenerek, kaldığımız yerden devam etmemiz gerekir. Mücadeleyi büyüterek, yükseltmemiz gerekiyor. AKP hükümetinde hiç kimse bir şey beklemesin.
Bülent Arınç’ın açıklamalarının Cumhurbaşkanı’ndan bağımsız olmadığı şeklinde lanse edildi. Ancak sonrasında Arınç’ın sözleri, gidişini getirdi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP içerisinden kopmuş ya da şu anda mevcut yönetim içerisinde yer alan kişiler, Recep Tayyip Erdoğan’dan bağımsız herhangi bir açıklama yapmaz, yapamaz. Televizyon kanalları bu insanları programlarına alamaz. Çünkü medya da bu insanlar da saraya, Erdoğan’a bağlılar. Bülent Arınç’ın istifasında da biz bunu net olarak gördük. Yapılan açıklamalarda tamamıyla saraya bağlı ve sarayın bilgisi dahilinde yapılan açıklamalardı. Fakat AKP’nin ortağı MHP’nin Genel Başkan’ından öyle bir çıkış geldi ki; AKP geri adım atmak zorunda kaldı. Şu an AKP, MHP’ye mecbur ve mahkûm bir durumdadır. MHP’yi kaybettiği andan itibaren tutunacak hiçbir dalı kalmadı.
Arınç’ın istifası, Erdoğan’ın MHP’yi tercih ettiği şeklinde yorumlandı. Zira MHP tarafından da Arınç’ın ‘bileti kesildi’ şeklinde açıklamalar yapıldı. Siz nasıl görüyorsunuz?
Devlet Bahçeli’nin, Arınç’ın açıklamaları dahilinde milyonların gönlünde taht kuran Selahattin Demirtaş’a ‘terörist’ söylemlerinin, yeni bir kavganın başlangıcı olduğunu görmek gerekir. Zaten hemen arkasından Arınç istifa etti. Bu istifada saraydan bağımsız değil. Dolayısıyla AKP-MHP ortaklığı kendi içinde bir çatışma, çözülme yaşayacak ancak şu anda birbirlerine mahkûm ve mecbur duruma düştüler. Özellikle ‘FETÖ’ darbesi ardından ‘cemaat yapılanmasına’ yönelik operasyonlarda devlet içerisine yerleştirilen cemaat yetkililerinin oralardan çıkarılmasıyla birlikte, başkaları tarafından dolduruldu. Şimdi bu alanların kimler tarafından doldurulduğunu çok net görüyoruz. Devlet Bahçeli ve MHP’nin güdümü dahilinde devletin tüm mekanizmalarına yeni bir anlayış yerleştirilmiş. Bu anlayış bugün Türkiye’yi ele geçirmeye çalışıyor. Bu anlayış aslında devleti ele geçirmiş durumda. Bunu pratikte de göstermeye çalışıyorlar. Bu Türkiye’nin bütün siyasetine de riayet etmiş durumda. Önümüzdeki günlerde çokça bu tür durumlarla karşı karşıya kalacağız. Bu tür söylemlerle karşı karşıya kalacağız. Artık bütün açıklamaları Recep Tayyip Erdoğan yerine Devlet Bahçeli yapacak.
90’ların karanlık Türkiye’sini temsil eden Alaattin Çakıcı, Mehmet Ağar, Engin Alan ve Korkut Eken’in Bodrum’da servis ettiği fotoğraf ve ardından Kılıçdaroğlu’na yönelik tehdit ve Bahçeli’nin sahiplenmesi… Fotoğrafın bütününe baktığımızda, siz ne görüyorsunuz?
Bugün ülkeyi MHP yönetiyor. Ülkeyi Devlet Bahçeli yönetiyor. Buna son günlerde tanık olduk ve bundan sonra da bunları görmeye devam edeceğiz. Bu fotoğraf aslında devleti ele geçirmeye çalışan bir fotoğraf. Bir alan kapma savaşı olduğunu görüyorum. Bu alan kapma savaşında herkes kendi gücünü ortaya koymaya çalışacak. Kimi fotoğraflarıyla, kimi söylemleriyle kimi de farklı çıkışlarıyla.. AKP-MHP ortaklığının çatırdadığını görmek, bu fotoğrafta da mümkün. Bir kesim ‘bu devlet, ülke benim’ derken, diğer kesimde ‘benim devletim, ülkem’ anlayışında. Ancak her şeye rağmen bu siyaset ve anlayışın yanlış olduğunu söylemek gerekiyor. Bugün kim, hangi mekanizmayı ele geçirecek mücadelesi veriyor. Bunu iyi teşhir etmek ve halkı bilinçlendirmek gerekiyor. Ülkenin başında olanlar, yönetenler zarar görmeyecek. Zarar görecek olan halkımız ve Türkiye toplumudur. Türkiye toplumunun bu çıkışları, bu söylemleri iyi okuması gerekiyor.
HDP tamda bunun tersi bir yerden bu meseleye yaklaşıyor. Türkiye halklarının güven içinde yaşayacağı bir Türkiye’yi armağan etmek için, siyasetimizi ve mücadelemizi yürüteceğiz. Halkların yaşadığı krizleri ve sorunlarını dile getiren, çözüm arayışında olan tek parti HDP’dir. Kendi çıkarını düşünmeyen, halkın çıkarını esas alan bir parti olarak böyle bir sorumluluğumuz var.
Bahçeli’nin, “Alaattin Çakıcı’nın bu devlete nasıl hizmet ettiğini bilenler bilir, bilmeyenler de kendileri bilir. Alaattin Çakıcı ve onun gibi arkadaşlarımız bir dönem Türk devletine suikast düzenleyen terör örgütleriyle korkusuzca mücadele etmiştir” açıklaması, 1990’lı yıllarda yaşanan, devlet-mafya ilişkisinin de içinde olduğu faili meçhulleri hatırlattı. Siz de eşiniz Savaş Buldan’ı o tarihlerde kaybettiniz. Bahçeli’nin açıklaması bir yanıyla “itiraf” mıydı?
Bir dönemi irdelemekte fayda var. 1990’lı yıllar, Türkiye’nin en karanlık dönemleriydi ve bu dönemde faili meçhul cinayetlerin, yargısız infazların, köy boşaltmalarının çok yoğun yaşandığı yıllardı. Bu yıllardan hepimiz kendimize düşen nasibi aldık. Her birimiz bir şekilde bedel ödedik. Dolayısıyla o dönemlerde cinayet işleyenler, karanlık süreçte aktif olanlar, insanları kaybedenler, katledenler, suçlu olanlar bir şekilde devlet ya da ülkeyi yönetenler tarafından hep ödüllendirildiler, terfi ettirildiler. O dönemin karanlık insanları, bugün bir kez daha gündeme gelmeye başladı. Onlar birer kahraman olarak ilan edilmeye başlandı. O dönemin karanlık sayfalarında binlerce insanın yaşamına son veren, kaybedilmesine ve katledilmesine olanak sağlayan insanların, bugün birer kahraman olarak ilan edilmesi ‘evet bir dönem bunlar yapılmıştı’ diyerek, bunu itiraf etmektir. O insanları bir şekilde gündem yapmak, bir dönemin itirafı olarak da isimlendirilebilir.
Dünkü grup toplantısında Devlet Bahçeli çok vahim bir açıklama daha yaptı. Çakıcı ile Demirtaş’ı kıyasladı. Bahçeli hem bir dönemi itiraf etti hem de Demirtaş üzerinden milyonlara gözdağı vermek istedi. Oysa biz şunu çok iyi biliyoruz; Selahattin Demirtaş bu ülkede iki kez Cumhurbaşkanı adayı olmuş, yüzde 10 oy almış ve milyonların gönlünde taht kurmuş bir siyasetçidir. Bu insanı terörist olarak, dün grup toplantısında lanse etti. Bunu kabul etmiyoruz. Selahattin Demirtaş tek bir davadan bile şu an mahkûm değildir. AKP-MHP ortaklığının cezaevinde rehine olarak tuttuğu bir siyasetçidir. Selahattin Demirtaş’tan ve onun yol arkadaşlarından, bugün cezaevlerindeki diğer milletvekili arkadaşlarımızdan korktuklarını biliyorduk ama dün bir kez daha Devlet Bahçeli’nin ağzından Selahattin Demirtaş’tan ne kadar korkulduğunu gördük, tanık olduk. Selahattin Demirtaş gerçekten Türkiye’de milyonların vicdanında onurlu bir insan ve siyasetçidir.
Türkiye’de muhalif olmak, Kürt olmak, barışı ve demokrasiyi savunmak her zaman için suç sayıldı. Bunu yapanlar, bu mücadeleyi verenler, bunu bir konsept olarak aslında gündemine alanlar her zaman itham edildiler. Ya da terörist olarak görüldüler ya başka bir şekilde isimlendirildiler. Biz Türkiye’de gerçekten iç barış başta olmak üzere demokrasi, yargı ve ekonomi meselesini en fazla dile getiren bir partiyiz. Bugün Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi konusunda bile en fazla ısrarcı olan partilerden biriyiz. O standartlarda olması gereken bir Türkiye’yi özlemlediğimizi her zaman söyledik, bugün de söylüyoruz. Fakat bu ülkeyi yönetenler, ne yazık ki bizim her söylediğimize ya da bu meseleleri bu şekilde savunduğumuzda, bize ‘terörist’, ‘bölücü’ dediler, bizi bu ülkeyi bölmeye çalışmakla itham ettiler.
Bu ülkede barışı, demokrasiyi istemek ve barışı savunmak, elbette ki her siyasetçinin görevidir. Bugün sadece HDP ve HDP’li siyasetçilere bu söylemle itham edilmiyor. Türkiye’de insan hakları savunucularına, akademisyenlere, yazarlara benzer ithamlar yapılıyor ve birçok insan bu yüzden cezaevinde. Yani eğer sen bu ülkede barışı, demokrasiyi savunuyorsan, ‘terörist’ olabiliyorsun. Bu anlayış hâkim. Oysa bu ülkede faşizmin ne kadar yükseldiğini hepimiz son zamanlarda çokça gördük. Bu ülkede sokağa çıkana, meydanda olana, hak arayana, kadınlara, gençlere kolluk güçlerinin gücüyle saldıran, baskı altına alarak, gözaltına alıp, tutuklayan anlayış terör estiriyor. İşte ‘terörist’ söylemini ve kavramını onlar için kullanmak lazım. Yoksa demokrasiyi, barışı, adaleti, özgürlükleri savunmak, ‘terörist’ olma ya da ‘teröristlikle’ bir bağlantısı asla yoktur.
Partinizin eski Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş başta olmak üzere, dönemin yöneticileri Yasin Börü’nün öldürülmesiyle suçlanıyor. Birçok yöneticiniz bu sürece dair açılan soruşturmalarla tutuklandı…
AKP hükümeti Kobanê meselesini kendine bir lütuf olarak görüyor. AKP bugün o dönemde yaşananlar üzerinden bir algı yönetimi yapıyor. Kobanê meselesi başından beri böyleydi. DAİŞ Kobanê’ye saldırdığında da AKP yaşanacaklara göz yuman, DAİŞ’in Kobanê’ye girmesine kapı aralayan, kapı açan bir yerden yaklaştı. AKP’nin politikasına karşı Kürtler ve Kobanê’de yaşayanlar izin vermedi. O tarihte yaşananların açığa çıkması, araştırılması için defalarca kez önerge verdik. ‘Olaylar araştırılsın’, ‘kim?’ ‘Ne zaman, nerede öldürüldü?’ ve ‘kimler tarafından öldürüldü?’, bunlar açığa çıksın taleplerimiz, ısrarlarımıza karşın AKP bundan kaçtı. Genel Kurulda verdiğimiz hiçbir önerge, AKP tarafından kabul edilmedi ve reddedildi. Oysa o gün elliden fazla insan katledilmişti ve bütün bunların çoğu aslında bizim partimize üye olan insanlardı. Olaylar sırasında kolluk ve güvenlik güçlerinin saldırıları sonucu yaşamını yitiren insanlar oldu. İzmir’de, Muş Varto’da, Diyarbakır’da, yine Türkiye’nin birçok yerinde yaşamını yitiren 50’nin üzerinde insan yaşamını yitirdi. Yaşamını yitirenlerden biri de Yasin Börü. Yaşanan olaylarda yaşamını yitiren bir çocuktan bahsediyoruz, bunun üzerinden siyaset yapılmasını asla kabul etmiyoruz. O gün sadece Yasin Börü katledilmedi, öldürülmedi. 50’den fazla insan öldürüldü ve Yasin Börü de bunlardan sadece biriydi. O gün öldürülen bütün insanlar için yüreğimizde büyük bir acı var. Keşke o gün o olaylar, yaşananlar olmasaydı ve o insanlar bugün yaşıyor olsaydı.
Şunu da unutmamak lazım, Kobanê eylemleri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Antep’te yapmış olduğu bir açıklamadan sonra alevlenmeye başladı. HDP’nin sokağa çıkın, yakın, yıkın, öldürün talimatı yok. Böyle bir şey yok. Dolayısıyla böyle bir algıyı yaratan hükümetin, öncelikle dönüp kendisine bakması gerekiyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Kobanê düştü düşecek’ söylemi sonrasında ortalığın nasıl bir savaş alanına döndüğünü hepimiz gördük, tanığı olduk ve yaşadık. Dolayısıyla ben Kobanê meselesinde başta Eş Başkanlarımız Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere, tutuklanan diğer arkadaşlarımızın amacı, o gün yaşananları sona erdirmekti. Hem Kobanê’ye sahip çıkmak, Kobanê’de İŞİD’in saldırısını önlemek ama aynı zamanda o yaşanan kargaşadan, çatışmada can kayıplarının önüne geçmek için girişimlerde bulundular. O dönemin Başbakanıyla Selahattin Demirtaş’ın telefon görüşmeleri var. İnsanlar ölmesin diye ve bu yaşananların bir an önce son bulması gerektiği konusunda herkes elinden geleni yaptı. AKP iktidarı bugün o yaşananları farklı bir algıya dönüştürdü ve o dönemin suçluları olarak arkadaşlarımızı gözaltına alıp tutuklattılar. Kobanê meselesinde AKP’nin algı operasyonuna kanmamak gerekir.
Muhalefet partilerinin “anayasa taslağı toplantısı” yaptığı ileri sürüldü ve bunun üzerinden hedef alınıyor. Böyle bir toplantı yapıldı mı?
Anlatıldığı şekliyle bir görüşme yapılmadı. Bunu açıkça ifade etmek isterim ama keşke olsaydı. Türkiye’de yeni bir anayasa yapılacaksa, mevcut siyasi partilerin tümünün bir katkısı olması gerekir. Şimdi HDP’nin içinde olmadığı bir anayasa, anayasa olabilir mi? Bir kesimi dışlamış olan bir anayasa, yeni bir anayasa olabilir mi? Zaten mevcut anayasa birçok kesim dışlanarak oluşturulmuş, bir darbe dönemi anayasası ve bu ülke hala bununla yönetiliyor. Bu ülkeyi mevcut anayasa ile yönetmek bile çok büyük bir ayıp. Dolayısıyla yeni bir anayasaya, çok acil bir ihtiyaç var. Bu anayasa da tüm kesimlerin yer aldığı, ortaklaştığı bir şekilde yapılabilir. Öyle bir görüşmenin, toplantının yapılıp yapılmadığının bu şekilde tartışılması bile, bugün Türkiye Anayasası’na ya da Türkiye’nin demokrasisine vurulmuş bir darbedir. Keşke tüm partiler bir araya gelerek, kendi görüşlerini ortaya koyan, toplantılar yapan, tartışan ve yeni bir anayasaya katkı sunan bir yerden, her gün toplantılar yapabilse. Bu ülkenin çok kıymetli anayasacıları, hukukçuları var. Bu insanların bir araya gelmesinin kime ne zararı var. Dolayısıyla yapılan tartışmaların çok sığ olduğunu ve Türkiye’ye hiçbir faydasının olmadığını düşünüyorum. Böyle bir toplantı olmamakla birlikte, keşke olsaydı. Çünkü buna ihtiyaç var. Bugünün Türkiye’sinde gerçek anlamda ihtiyaç var. En kısa sürede de bunun gerçekleşmesi gerektiğini düşünüyorum.
Muhalefete de eleştiriler var. Muhalefet ne yapmalı?
Muhalefet partilerinin çok cesur olmaları lazım. Korkmadan, çekinmeden, cesurca hareket etmek Türkiye’nin geleceği açasında da önemlidir. Biz HDP olarak bu ülkeyi yönetmeye talibiz diyoruz. O yüzden de diyoruz ki, şeffaf ve açık ittifaklar gerekir. Fakat anayasa tartışmalarında gördüğümüz gibi, muhalefet partileri hala korkarak, çekinerek, kendi tabanlarının belki de tepkisine neden olacak görüntülerden ve yaklaşımlarından kaçıyorlarsa eğer, bu işin sonu elbette ki bir kazanım değildir. Dolayısıyla tüm muhalefet partilerinin ‘kim ne diyecek’ sorusuna çok fazla takılmadan, Türkiye halklarının geleceği açısından çok cesur bir şekilde AKP’yi göndermenin ve yeni bir ülkeyi yönetme ideallerinin nasıl olacağını hep birlikte tartışması gerekir. Muhalefet partileri belki seçim dönemlerinde bir nebze de olsa, bir araya gelip farklı ittifaklar kurdular. Fakat ben bundan sonraki dönem açısından bu ittifakların demokrasi ittifaklarının çok daha açık bir şekilde yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Bir kere sokağı terk etmemek gerekir. Çünkü hükümetin tam da istediği şey bu, insanların sokağa çıkmasını engellemek. Oysa hak sokakta aranır, mücadele sokakta verilir. Ben bugün bakıyorum; HDP dışında sokağı kullanan herhangi bir siyasi parti yok. Sadece HDP bugün sokakta, etkinlikleriyle, açıklamalarıyla, koşulların el verdiği ve halkın sağlığını riske atmadan ama sokağı, meydanı ve alanları terk etmeden, bu mücadeleyi büyütme yollarını arıyor. Evet HDP sokağı kullanıyor fakat bunun karşısında sokağa çıktığı gibi güvenlik güçlerinin bariyerleriyle karşı karşıya kalıyor. Bu AKP hükümetinin HDP ile halk arasına girmek adına yaptığını biliyoruz. Şunu çok iyi biliyorlar HDP büyük bir halk desteğine sahip ve halktan büyük bir teveccüh cesaret alıyor, büyük bir mücadele azmi alıyor. HDP sokağı, alanı hiçbir zaman terk etmedi ve terk etmeyecektir. Biz, bizlere karşı yapılan, Türkiye halklarına karşı yapılan her türlü haksızlığa karşı alanlara çıkıyoruz ve çıkmaya da devam ediyoruz. Bugün işçilere yapılanı görüyoruz. İşçilerin Ankara’ya yürüyüş yaptıkları zamanlarda dahil olmak üzere işçilerin darp edilerek göz altına alındıklarını biliyoruz. Bunu görüyoruz. Dolayısıyla ben işçiye de emekçiye de kadına yaklaşımı da aslında AKP’nin tüm bunlardan korktuğunun bir göstergesidir. AKP sokağa çıkandan, sokağı kullanandan korkuyor. AKP sokakta halk ile bütünleşmek isteyen siyasi partilerden korkuyor.
1 Haziran’da açıkladığınız 9 maddelik Tutum Belgesi’nin ardından “Demokratik Mücadele Programı” kapsamında bir eylemsellik sürecine girdiniz. Daha sonra “kesintisiz eylem” süreci başlattınız. Bu süreçlere dair bilgi paylaşır mısınız?
Pandemi kısıtlamaların yavaş yavaş gevşetildiği dönemde önemli bir çıkış yaptık. Özellikle 1 Haziran tarihindeki deklarasyonumuz ve bunun yanında üç aylık eylem planımızı önümüze koyarak, yürüyüşler, halkla tematik buluşmalar yaptık. Bu önemliydi hem partimize hem de halka büyük coşku, motivasyon ve cesaret verdi. Yine Edirne ve Hakkâri’den Ankara’ya yürüyüşlerde, bizim dışımızdaki siyaset tarafından da herkes yürüyüşün çıkardığı sonuçları tartıştı. Bu sadece bir haftalık bir program olarak kalmadı. Biz gittiğimiz her kentte, sivil toplum örgütleriyle, işçilerle, kadınlarla, emekçilerle bir araya geldik. Tarlaya gittik, işçileri tarlada ziyaret ettik. Tüm bu süreçte halk bize bunun önemli bir yürüyüş olduğunu ve bunun büyütülmesi gerektiğini söyledi. Bu yürüyüşü daha da genişletmek lazım. Bu bir yerden bir yere gitmek olarak algılanmamalı.
Dolayısıyla şimdi kesintisiz bir eylem sürecine girdik. Kesintisiz eylem sürecimizde il, ilçe, bölge toplantıları gerçekleştirdik. Halkımıza nasıl bir mücadele istediklerini, bize dair eleştirilerini sorduk, halktan bunun cevaplarını almaya çalıştık. Bu toplantılar bu hafta sonu itibariyle bitmiş olacak. Ondan sonra daha çok büyümenin, daha çok genişlemenin ve bu ittifakı daha fazla büyütmenin yol ve yöntemlerini, halkımızın bize sorduğu sorular ve vermiş olduğu cevaplar çerçevesinde yeniden masaya yatıracağız. Biz nerede eksik yapıyoruz, nerede yanlış yapıyoruz sorularını da kendimize sorarak ve eksikliklerimizi ortaya koyarak, bu çıkışları mutlaka bulmak ve yakalamak zorundayız.
Genişlemek HDP’nin en büyük sorumluluklarından biri. HDP’ özellikle 7 Haziran 2015 seçimleriyle birlikte kendisinin ispat etmiş bir partidir. Zorunlu seçim barajını aşabilen, Türkiye toplumunun büyük bir teveccühünü alan, büyük bir kazanım ortaya koyan bir parti. Türkiye toplumu da halk da ‘evet HDP bu ülkede yeni bir çıkıştır’ demeye de başladı. Dolayısıyla bizde bu anlamda bakarak, gitmediğimiz, ulaşmadığımız kesimlere ulaşmaya çalışıyoruz. Şimdiye kadar belki hiç gitmediğimiz, ulaşamadığımız kesimler var. Bu kesimlere ve yerlere bundan sonra gitmeyi önümüze hedef koyduk. Evet belki gideceğimiz yerlerde bize farklı bir şekilde yaklaşacaklar, farklı bir şekilde algılanacağız ama hiç çekinmeden, daha kararlı ve cesur bir şekilde gitmediğimiz insanlara, şimdiye kadar kapısını çalmadığımız insanlara gitmek zorundayız. Bizi bekleyenlerin, kapısının bizim tarafımızdan çalınmasını bekleyenlerin olduğunu biliyoruz. O yüzden biz bu dönem daha çok bu kesimlere gitmek, birlikte ortak bir mücadele hattı kurmak ve bir mücadele zemininde buluşmak için bunu yapmak zorundayız. Bu ittifakı büyütmek zorundayız.
Gidemediğiniz kesimler var mı?
Karadeniz ve İç Anadolu’da bizim gitmediğimiz, ulaşmadığımız birçok kesim var. Yine Karadeniz halkıyla bir araya gelmiyoruz, gelemiyoruz, önümüzde engeller var. O engelleri şimdi aşma zamanı. Ve o insanlara şimdi gitme zamanı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Karadeniz’de bizim partimize çok büyük şekilde hem oy çıktı hem de oy vermese bile gönlü bizden yana olan binlerce insan oldu. Dolayısıyla Karadeniz’e gitmemiz o dönem engellendi ve giden arkadaşlarımız bir şekilde orada linç edilmeye çalışıldı. Fakat bunlar bizim önümüzde engel olarak asla durmadı, durmayacak.
Kürdistan Demokratik Partisi’nin (KDP), Irak merkezi hükümeti ile imzaladığı Şengal anlaşmasının ardından Federe Kürdistan Bölgesi’nde ciddi bir gerilim söz konusu. Kürt halkı süreçten kaygılı. Neler söylemek istersiniz?
Şimdi Kürtlerin bu dönem açısından en fazla ihtiyaç duyduğu şey birlik ve beraberlik. Türkiye’nin ve uluslararası güçlerinde içinde yer aldığı bir yönelimle, Kürtlerin birlik ve beraberliklerinin engellendiği bir sürecin içindeyiz. Şunu hatırlatmak isterim: 7 Haziran seçimlerinde Türkiye’de HDP’nin başarılı olmasının sebeplerinden birisi de Kürtlerin birlik ve beraberliğiydi. Bu birlik ve beraberlik, HDP’nin önemli ölçüde Türkiye siyasetinde yer edinmesine de vesile olmuştur. Fakat bugünkü gelişmeler, bunun tam tersine. Yani birlik ve beraberliğin ne kadar elzem olduğunu ifade etsek bile, o koşulların şu an itibariyle çok tehlikeli bir boyuta evrildiğini görüyoruz. Türkiye’nin yönlendirilmeleri sonucu, Güney’de siyaset yapan partilerin kendi varlıklarını, kendi iradelerini, kendi geçmişlerini koruyan bir yerde değil, dış güçlere cesaret veren bir yerden ve Kürt halkının geleceğini tehlikeye atacak bir yerden yaklaştıklarını görüyoruz. KDP başta olmak üzere, orada siyaset yapan tüm güçlere şu çağrıyı yapıyorum: Asla hiçbir ülkenin oyununa, çıkarına ve bu ülkelerin yaklaşımına pozitif bir yerden onay vermemek gerekir. Önemli olan Kürtlerin birlik ve beraberliğidir. Önemli olan Kürt halkının geleceğidir, Kürt halkının bundan sonra göstereceği birlik tavrıdır. Bunu öncelikle orada siyaset yapan partilerin gündemine alması gerektiğini düşünüyorum. Çok tehlikeli oyunlar oynanıyor. Bugün Kürtler arası yeni bir çatışmanın, Kürtler arasında yeni bir kavganın zemini yaratılmaya ve bu zemin içinde bir fitil ateşe verilmeye çalışılıyor.
Şengal’e her an bir saldırı gerçekleşebilir. Bu saldırı Kürt halkına yeni bir darbe, Kürt halkının geleceğine yeni bir ipotek demektir. Bunun böyle anlaşılması gerekir. O yüzden her siyasetçinin, özellikle Güney’de siyaset yapan partilerin, bu konuya böyle yaklaşmaları gerektiğini düşünüyorum. Şengal’de yeni bir ferman yaratılmak isteniyor. Bu ferman, binlerce insanın ölümü, bu ölümler Kürtlere yüz yıl kayıp demektir. O yüzden herkesin daha aklı selim, geleceğini, Kürtlerin geleceğini düşünen bir yerden bu meseleye yaklaşmasının çok hayati olduğunu özellikle belirtmek isterim.
İmralı Heyeti’nde yer aldınız, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın ulusal birliğe dair değerlendirmeleri, önerileri ve çabaları bilinmekte. Bu süreci özetler misiniz?
İmralı’ya gittiğimiz her dönemde, Sayın Öcalan ile yaptığımız istisnasız her görüşmenin ilk gündemi, Kürtlerin birlik ve beraberliğiydi. Ve bu birlik ve beraberliğin olmazsa olmaz bir mesele olduğunu, bunun her Kürdün gündeminde olması gerektiğini, her fırsatta dile getirdi. O dönem özellikle Kürtlerin birliği ve beraberliği konusunda görevlendirmeler bile yapıldı. Güney’e heyetler gönderildi, oradaki görüşmelerde ulusal bir konferansın gerçekleşmesi için zeminin yaratılması gerektiği konusunda görüşmeler yapıldı. Ama şu an görüyoruz, bunlar mümkün olmadı. Dolayısıyla Sayın Öcalan hem Kürtlerin birlik ve beraberliği meselesinde hem de demokratikleşme meselesinde, yani Kürt sorunun demokratik yollarla çözüme kavuşturulması meselesinde çok önerisi var. Çok sayıda görüşleri var. Bu görüşler ve düşünceler, görüşmeler yapıldığı an kamuoyuyla paylaşılıyor.
Buna rağmen tecrit daha da ağırlaştı…
Fakat bugün Sayın Öcalan ağırlaştırılmış bir tecrit içinde. Uzun süredir zaten heyetlerin gitmesine, avukat ve aile görüşlerine de izin verilmiyor. Bugün hem avukatlara bir gidiş engeli çıkartıldı hem de Sayın Öcalan’ın ailesiyle ve avukatlarıyla telefon görüşmesi engellendi. Fakat şöyle çelişkili bir durum var; Sayın Öcalan zaten telefon kullanmayan, yani cezaevinde telefon hakkını kullanamayan bir insan. Dolayısıyla bu mesele bir insan hakları sorunudur. Cezaevinde olan bir insanın her türlü hakkını kullanması gerekiyor. Ancak bugün Sayın Öcalan’a ne aile görüşü ne avukat görüşü yaptırılıyor ne de telefon hakkı kullandırılıyor. Bu bir insan hakları sorunu olmakla birlikte, Türkiye’nin kendi içtihatlarına, yasalarına uymadığının da bir göstergesidir.
Tecrit bugün Türkiye’nin en önemli meselelerinden biridir. Tecrit denildiğinde, sadece İmralı Cezaevi aklımıza gelmemeli. Artık tecrit İmralı şahsında Türkiye’nin her alanına sirayet etmiştir. Türkiye Sayın Öcalan ile birlikte, İmralı ile birlikte topyekûn bir tecrit altındadır. Bugün insanlar geleceğine güvenle bakamayan, önünü göremeyen ve yarına sağ çıkıp çıkmayacağını düşünerek bu ülkede yaşıyor. Dolayısıyla tecridin bir an önce kaldırılması, Sayın Öcalan haklarından yararlanması, avukatlarıyla, ailesi ile görüştürülmesi gerekiyor. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu tüm krizlerin aslında aşılması adına da Sayın Öcalan ile yapılacak olan görüşmelerin önemli olduğunu özellikle belirtmek isterim. Sayın Öcalan ile yapılacak her görüşme, Türkiye’ye birçok şey kazandırdı ve kazandıracak. O yüzden kısıtlamalar Türkiye’yi daha çok kaosa, krizlere sürükleyen bir yerde duruyor.
Her gün en az iki kadının katlediliyor. Kadınlar her gün her hafta sokakta konuya dikkati çekiyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Nereden çıktı bu kadın cinayeti?” şeklinde konuşması var. Siz neler söylemek istersiniz?
Kendi yaptıkları pratiklere bakmalarını isterim. Bugün kadın cinayetlerini hiçbir şekilde cezalandırmayan bir İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı ve yargı var. Kadına karşı ya da kadına yönelik şiddeti, baskıyı, tecavüzü katliamları yapanları asla cezalandırmayan bir anlayış var. İçişleri Bakanı bakacaksa eğer, kendi mevzuatlarına, pratiklerine, katilleri ve failleri koruyan yerlere bakmalıdır. Örneğin İpek Er’in tecavüzcüsüne neden ceza verilmedi. Şırnak’ta tecavüz eden failin neden dışarıda olduğuna bakmalıdır. Yoksa diğer türlü, gerçekten yapılanların her birinin bir makyajdan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün İçişleri Bakanı bir erkeklik üzerinde bunu ele alıp, erkeklerin böyle bir şey yapmayacağını, ‘yapıyorsanız da kadınlara yapmayın, kendinize yapın’ demesinin altında birçok şey yatıyor. Bu hükümetin kadın tecavüzcülerini ve katillerini koruduğunu, İstanbul Sözleşmesi’ni feshetmeye çalışan bir zihniyette olduklarını biliyoruz. Oysa ki bugün yapılması gereken şey, İstanbul Sözleşmesi’nin gerekliliklerini yerine getirmesidir. Kadınlara tecavüz edenleri, kadın katliamlarını yapanları, kadınları kaybettirenleri, ki Gülistan Doku bunların başında geliyor, bunları cezalandırmalarıdır. Eğer bu insanları cezasızlıkla ödüllendirirseniz; bu cinayetler bitmez ve her gün kadın katliamlarıyla karşı karşıya kalırız. O yüzden diyoruz ki, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, bugün Meclis’te kadın arkadaşlarımız bir kanun teklifi verdiler. Bir araştırma önergesi verdiler. Bu meseleyi hep birlikte araştıralım, nerede yanlış ve eksiklik yapılıyor, tüm bunları birlikte araştırıp, çözüm bulalım diye ama AKP bunu da reddetti.
O yüzden ne yapılacaksa, kadınların örgütlü mücadelesiyle yapılacak. Biz hükümetten ya da bu ülkeyi yöneten eril zihniyetten, erkek zihniyetten herhangi bir şey beklemeyelim. Hem Türkiye kadın hareketi hem de Kürt kadın hareketinin ortak zeminlerde buluştuğu yeni yeni mücadele alanları yaratmak durumundayız. Bugün kadının emeği, bedeni, düşüncesi sömürülüyor. Tüm bu sömürüler üzerinden kadınların kendi örgütlü gücünü mutlaka ortaya çıkarması ve bu örgütlü güç üzerinden mücadele etmesi çok elzemdir. Biz eğer kazanacaksak, kendi öz gücümüzle kazanacağız. Kadınların kendi öz güçleriyle kazanacağı günler yakındır ve 21’inci yüzyıl kadınların yüzyılı olacaktır.
ANKARA