Akademisyen ve tarihçi Yektan Türkyılmaz ile ‘yeni sürecin’ parametrelerini ve iktidarın oyun planını konuştuk:
Siz aynı anda Abdullah Öcalan’a altı ay avukatlarla görüşme cezası veriyorsunuz, sonra kayyım atıyorsunuz, Rojava’da sivilleri bombalıyorsunuz, aynı anda da ‘ben el uzattım eli tutmazsanız da kırarız,’ diye tehdit ediyorsunuz. İstikametin otoriterleşme olduğu çok açık. Türkiye içinde muhalefet cephesini bölmek amaçlanıyor
Nezahat Doğan
Olağanüstü durumların yaşandığı dönemlerden geçiyoruz. İktidar Kürt sorunu hakkında bir yandan belirsiz, tanımlanmamış, yol haritası oluşturulmamış, varlığı bile tartışma konusu olan bir yeni süreci gündemde sıcak tutuyor ama diğer taraftan kayyımlar, tutuklamalar, gazetecilere ve siyasilere açılan davalar ve farklı söylemlerle otoriter tavrını derinleştiriyor. Aynı zamanda uluslararası alanda ve Ortadoğu’da sıcak ve tehlikeli bir süreç gelişiyor.
Bu kritik evrede Kürt sorununa dair çözüm ve barış arayışları nasıl sürdürülmeli? Uluslararası çatışma, müzakere ve barış süreçlerinden çıkarılabilecek dersler ve Türkiye’de uygulanabilir yöntemler ne olmalı? Çözüme toplumsal alanda aktif katılım nasıl sağlanmalı ve nasıl bir toplumsal uzlaşıya ihtiyaç var? Barışı ve Kürt sorununu anlatacak, anayasal ve hukuksal çerçevesini ortaya koyacak, yolun nasıl alınması gerektiğini netleştirecek somut adımlar ne olmalı? Muhalefete düşen sorumluluklar neler? Gündemi ve tüm bu soruların yanıtlarını akademisyen ve tarihçi Yektan Türkyılmaz ile konuştuk.
- Tarihi bir süreçten geçiyoruz, çözüm ve barış tartışılıyor. Tarihçe kimliğinizle, bugünkü ve geçmişteki durumu dünyadaki örnekleri de göz önüne alarak nasıl görüyorsunuz?
Bu sorunun iki boyutu var. Bizim yaşadığımız topraklardaki tarih ve dünya örnekleri. İlki bizim yaşadığımız topraklarda -Kürt meselesini bir eşitlik mücadelesi olarak düşünürsek- iki yüzyıllık tarihi içerisinde maalesef mutlu sonla biten veya uzlaşmayla son bulmuş bir örneğimiz yok. Bu bizi “bugüne kadar yok, bundan sonra da olmayacak” düşüncesine götürmemeli. Ancak kolay iyimserliklerden de uzak durmalı.
- Kolay iyimserlikten kastınız nedir?
Sizin iki yüzyılda olmamış bir şeye dair bir kaydınız ve şecereniz varsa, onun bugün olması için çok farklı parametrenin, bütün denklemi değiştiren çok güçlü gelişmelerin ve aktörlüklerin olması lazım. Şu anda bunların olduğu konusunda ikna olmamız zor. Muhtemelen olacaktır ama kolay olmayacağını bize tarih söylüyor. Geçmişte çözüm, barış, eşit yurttaşlık meselelerinde reform girişimleri de var tabi. Bunu Tanzimat’a kadar götürebilirsiniz. Bence buna en yakın süreç, ilginç biçimde ittihatçılar dönemidir. Bunun da sonu felaketle sonuçlandı. Dünya örnekleriyle karşılaştırıldığında özellikle bugünkü hal, -Oslo sürecini demiyorum- yerli ve milli haldir.
- Yerli ve milli sözünü açar mısınız?
Maalesef çok yaygın kozmetik benzetmelerle Güney Afrika, İrlanda veya Guatemala gibi dünyadaki kimi örneklere gönderme yapılıyor. Özellikle de başarılı örneklere benzer durumlar olduğu söyleniyor. O örneklendirmeler bugünkü konjonktüre aktörlükler, program ve yaklaşım olarak uymuyor. Bizde olduğu biçiminin bir benzeri yok. Daha önceki halinin de benzeri yok. Öncelikle usulü olan, yapısı olan görüşmeler değil. Kurumsallık kazanamamış, yasal zemine oturmamış ve daha da ötesi tam anlamıyla birkaç politik aktörün tercihine kalmış görüşmeler bunlar. Buradaki kritik meselelerden biri de yargı. Geçmiş dönemden de örneklerini görebiliriz. Dünyanın hiçbir yerinde barış sürecine katılmış kolaylaştırıcıların mahkemede yargılandığı, ceza aldığı bir örnek göremezsiniz. Hukuki zemine oturtulmadığını çok haklı bu büyük bir öngörü ile Abdullah Öcalan da söylemişti; “bu süreci yanlış götürüyorsunuz, süreç tıkandığında hepiniz cezaevine gireceksiniz,” diyerek. Yani iyimserliklerimiz konusunda ihtiyatlı olmamız gerektiğini söylüyorum.
- İhtiyatla yaklaşmanın gerekçesini açar mısınız?
Tıpta karşınıza bir hasta geldiği zaman sizden ilk beklenilen o hastayı olimpiyat koşacak hale getirmek değildir. Önceki sürecin başladığı ve bittiği yeri düşünelim. Başlangıcında küçük ölçekli bir çalışma, bittiği zaman büyük felaketlerin kıyısına getiren bir hal almıştı. Maalesef bu süreçlerin denenip başarızlığa ve akamete uğraması eski noktaya götürmüyor, daha da vahim bir yere varıyorsunuz. Bazı örneklerde bu durum daha fazla çatışma olarak; mesela Kıbrıs gibi bazı örneklerde ise daha fazla çözümsüzlük olarak karşımıza çıkıyor. İşi çözmenin daha zorlanacağı hale düşmüş oluyorsunuz. Bizde bu süreçler yaşandı ve buna dahil olanlar cezalandırıldı. Öcalan’ın sözlerinde keyfiliğe de önlem alınması vurgusu var. Yerli ve milli olmasına itiraz var. Bir tarafın o keyfilikten hiç uzaklaşmak istemediğini, o keyfiliği en büyük silah olarak tuttuğunu biliyoruz. Örneğin Erdoğan “benim haberim yoktu,” dedi. Bunun böyle olup olmadığını herkes biliyor ama önemli olan temel tarafın bunu söyleme özgürlüğünü kendinde hissetmesi.
- Bugün de başka bir keyfilik mi söz konusu? Kürt meselesi konuşuluyor ama somut bir girişim ve yol yok. Nedir bu durum? nasıl bir okuma yapıyorsunuz?
“Nedir?” kocaman bir soru olarak ortada duruyor. Geçmiş süreçte Türkiye sınırları içinde bir çatışma durumu vardı. Erdoğan’ın halen reformist imajının durduğu ve güçlü bir lider gözüktüğü Türkiye’deydik. İç çatırdamalar, 15 Temmuz yaşanmamıştı. Erdoğan ortaklarına bu kadar mecbur kalmamıştı. Kamuoyunda popüler desteği ve itibarı bugüne göre daha fazla olan bir liderdi. Toplumda Erdoğan karşıtlığı da bu seviye de değildi. Bugüne baktığımızda Türkiye’de fiili çatışma yok. Şiddet son bulmuş durumda değil ama önceden Kürt meselesiyle ilgili referans verdiğimiz bir gerilla savaşı şu anda Türkiye’de yaşanmıyor, Türkiye dışında yaşanıyor.
- Peki süreç işleyecekse “silahlar bırakılsın” ifadesi nereye oturuyor, istenen nedir?
Topluma belli duygular empoze edilmeye çalışılıyor. Birincisi, çok yüksek bir iyimserlik, ikincisi ise kolaycılık ve acelecilik. Bunun çok kolay, çok acil ve çok mecburi olduğuna inanmamız isteniyor. Eğer karşımızda başka türlü aktörler olmuş olsaydı burada da bir kredi verilebilirdi.
- Nasıl bir kredi ve nasıl aktörler?
Tarihi konuşurken iki yüz yıllık, bin yıllık tarihle konuşmayı seviyoruz. Ama bizim esas tarihimiz kırk yıllık, son on yıllık dönem. Bu dönemdeki aktörlere ve yakın dönem siyaset çizgilerine baktığımız zaman Kürt meselesiyle ilgili herhangi olumlu, yapıcı, kurucu faaliyet içerisine girmemiş aktörler bunlar. Türkiye’de bugünkü rejimin özellikle otoriterleştiği son on küsur yılda yapıcı, kurucu bir eylem göremiyorsunuz. Böyle bir siyasi elit ve grubu da toplumun geniş kesimleri haklı olarak ihtiyatla yaklaşıyor.
- O aktörlerin bugünkü çıkışının nedeni ne?
Burada “mecburuz bunu yapmaya” gibi bir yaklaşım var ama ardında çok başka alametler olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin durumunu hem kendi içi hem Ortadoğu’da yakın çevresi hem de küresel ilişkileri açısından düşündüğümüzde, bir kırılma anının alameti olduğunu düşünüyorum. Bu kırılmanın hangi yöne doğru olacağını hep birlikte göreceğiz. Ama bu siyasi elit iş başında olduğu sürece istikametin daha fazla otoriterleşme yönünde olması pek şaşırtıcı olmayabilir maalesef.
- Uluslararası ilişkiler, Ortadoğu ve iç dengelerle ilgili alametleri işaret ediyorsunuz. AKP-MHP iktidarı Kürt meselesi üzerinden nasıl bir sıkışmışlığa karşı yol ve yöntem bulmaya çalışıyor?
Sorunun iki açıklaması var. Birincisi bunun bir tedbir girişimi olduğu… Bu girişimin iç siyasetle, anayasayla, Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçilmesiyle, İsrail ve Suriye ile, İran ile ilgili olduğu söyleniyor ama bir şey söylenmiyor; Kürt meselesini çözmek için olduğu söylenmiyor. Bir tarafın temel ajandasının bir meseleyi çözmek olmadığı, onun bir araç olarak gördüğü bir durum var ortada. Türkiye’yi yönetenler Türkiye’nin gerçekten daha türbülanslı bir Ortadoğu’yla karşı karşıya olduğunun farkında. Özellikle İran’da, İran’ın nüfusunun azalmasıyla ortaya çıkacak boşluğun Türkiye için daha sorunlu bir hal yaratılacağı görülüyor. İşte burada bir tedbir argümanı var. Şimdi tedbir argümanları yapacağız ama son on yılda bu rejimin kelime dağarcığında tedbir diye bir şeyin karşılığı olmadığını görüyoruz. Bakın deprem var, deprem olur bu Allah’tandır, sel hareketi olur Allah’tandır, iş cinayeti olur fıtratında vardır. Tedbir kelimesi yoktur bu rejimin dağarcığında. Peki ikinci açıklama ne? Bunu bir fırsat olarak görüyorlar! Ben bu ikinci açıklamaya daha yakın duruyorum.
- Neden ikincisine daha yakın duruyorsunuz?
Kendileri de bunu bir fırsat penceresi olarak sunuyorlar. Fırsat sözü tam da bu rejime ait bir kelime. Baktığınız zaman tam bir fırsat sever rejim bu. Kurucu değildir. Ama anlık, geçici, dönemsel taktik fırsatları değerlendirmekten çok hoşlanan bir yapıdır. Bence şu anda bir fırsat görüyorlar ve bu fırsatı görmelerinde iki tane sıkıştırıcı güç de var. Erdoğan’ın son üç yıllık açıklamalarına baktığımız zaman iki şeyin altı tekrar tekrar çiziliyor. Rojava’ya askeri operasyon ve Esat’la barışma… Hangisi gerçekleşti? Hiçbiri… Rojava’ya niçin askeri bir operasyon yapılamıyor? Çünkü oradaki aktörlerin jeopolitik dizilimi izin vermiyor, ayrıca oradaki Kürt gücünü de tümden yok sayamayız, aktör değil diyemeyiz. Oranın kendi yönetiminin de bir aktör olduğunun altını çizmek gerekiyor. O yüzden bu olamıyor. Öte yandan yine aynı sebeplerle ve ayrıca Esat yönetiminin direnişi ve itirazı sebebiyle olmayan bir Esat-Erdoğan el sıkışması… İşte bunlara yönelik bir fırsatçılık fikri var.
- Dış politikada nasıl bir fırsatçılıktan bahsediyorsunuz?
Yaşadığımız, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemlere benzeyen bir dönem. Herkes bir gerilim, herkes bir savaş bekliyor ve birçok aktör bunu çok büyük iyimserlikle bekliyor. Bu iyimser aktörler her şeyin çok kolay, çok basit ve hızlı olacağını düşünürler. Bu gibi anlarda iyimserlik ve fırsatçılık benzinle ateş gibidir. Bir araya gelip patladığında o yangın sönmez. Hannah Arendt’in dediği gibi; savaş ve şiddet anları en büyük belirsizlik anlarıdır. Bence burada muhtemelen Suriye’de doğan yeni bir fırsat düşünülüyor. Kürt Hareketi’nin oradaki uzantılarının, oradaki bileşenlerinin dahil edileceği planlar yapılıyor. Muhtemelen başka planlar da yapılıyordur.
- Yapılan bu planlarda Devlet Bahçeli ve açıklamaları nereye oturuyor?
Şu ana kadar söylemediğim bir kelimeyi söyleyeyim. Bu bir fantezi!
- Nasıl bir fantezi?
Bahçeli’nin sunduğu perspektifte hem içeride hem dışarıda Kürt hareketini bu rejimin siyasi çizgisine çekme çabası ve arzusu yatıyor. Ben bu arzuya fantezi diyorum.
- Hangi sebeple fantezi olarak görüyorsunuz?
Birincisi kimse tanımlamak istemiyor ama Kürt Hareketi benim gözlemlediğim ve anladığım kadarıyla bir elden yönetilen, askeri disiplinle sırlanmış unsurlardan oluşan bir hareket değil.
- Kürt Hareketi’ni nasıl görüyorsunuz?
Kürt Hareketi’nin bileşenleri soruna çok farklı yerlerden bakıyor. Kürt meselesine Rojava’dan, Kandil’den, Ankara’dan, Dersim’den, Diyarbakır’dan, Edirne’den, İmralı’dan, Berlin’den, Brüksel’den baktığınızda başka şeyler görüyorsunuz. Bu gördüklerinizin hiçbiri de ne yanlış ne de diğerine değiyor. Bunlar aynı meselenin yarattığı ama tıpatıp aynı olmayan hakikatler. Kolaycılık, acelecilik, fırsatçılıkla, bu aktörlerden bir ikisini yayına alarak herkesin bakışını hizaya getirmek mümkün değil. İçerdeki kısmına baktığımızda da DEM Parti’nin seçmen Türkiye’deki rejime karşı en fazla tepki veren seçmen grubu. Dışardaki diplomatik jeopolitik diziliş sıralanmaya bakalım. Onların daTürkiye’nin jeopolitik hattına gelemeyecek, gelmeleri mümkün değil diyeceğim ama bunun için bir jeopolitik hattı olması lazım Türkiye’nin
- Türkiye’deki rejimin Ortadoğu’da jeopolitik hattı nedir?
Kendileri de bilmiyor. Buna bir örnek vereyim: Yakın zamandaki İsrail, Filistin meselesi ve özellikle 7 Ekim saldırısı sonrasındaki Hamas, yani iktidarın yakın olduğu, hamiliğine soyunduğu güç bile aracılığına sıcak bakmıyor. Siz bu kadar oyun dışısınız. Bu haldeyken belli olmayan maceracı bir hatta, diplomatik ve jeopolitik kumara dışardaki birilerinin de dahil olacağını düşünmek gerçek dışı. Bugün Rojava yönetimine bakalım. Rojava yönetimi Ortadoğu’nun diplomatik olarak en başarılı idarelerinden biri. Görüşemediği, konuşamadığı kimse yok. İran’la da konuşuyor, Rusya’yla da konuşuyor, Esat’la da konuşuyor.
- Peki, bunun nedeni ne?
Birincisi mecburlar. Hakikaten kopmuyorsanız mecburiyetinizin önceliği var. Çünkü siz ilk başta küçük- orta büyüklükte bir güçsünüz. Sizin gücünüz, hayatta kalmanız siyasetinize bağlı, dolayısıyla konuşmak durumundasınız. İkincisi kapsayıcı ve çözüm merkezli bir paradigmasının olması ile ilgili. Çünkü grupların, insanların farklılıklarının bir arada olabildiğini savunan tek popüler paradigmanın temsilcisi Rojava yönetimi… Kürt hareketinin diğer unsurları için de bunu söyleyebilirim.
- Ortak yaşamı birlikte örgütleyerek, bütün diller ve kimliklerle birlikte bir yönetim biçimi mi?
Evet. Herkesin beraber yaşayabileceğini söylüyorlar. Diğer bir özelliği de agresif olmaması. Agresif olmamasının sebebi ise kimseden bir şey almaya çalışmaması. Rojava’dakiler hiç kimsenin elinden bir şey almaya çalışmıyor. Konuşmadıkları, diplomatik ilişkisi olmayan bir Türkiye var. Kürtlerin burada kendileri suçlu görmelerine pek gerek yok. Yakın döneme bakarsanız, Türkiye kimseyle konuşamıyordu ki zaten.
- Bahçeli’nin açıklamalarından sonra kamuoyuna PKK- Kandil ile uyuşmazlık var süreç orada tıkandı görüşü dayatılıyor. Buna karşılık PKK Merkez Yürütme Konseyi üyesi Helen Ümit “PKK’ye gelen bir mesaj yoktur. Öcalan ortaya bir şey koymuş, PKK kabul etmemiş gibi değerlendirmelerin hepsi özel savaş oyunlarıdır,” açıklaması var. Bu açıklamaları nasıl değerlendirirsiniz?
Fantezi demiştim. Fanteziyle beraber başka bir kelime daha söylemek isterim o da pedagojik olması. Otoriter rejimler aynı zamanda pedagojik, yani toplumu çocuklaştıran rejimler ve çocuk tepkileri verilmesini de istiyorlar. Ben bir fantezi ile hayal kuruyorum sen de kendi hayalini fantezini kur gel diyorlar. Bunun somut karşılılığının olup olmadığına kimsenin baktığı yok. Bunu da neredeyse mecbur kılıyorlar. Hem bizi çocuklaştırmak isteyen hem de fantastik hayaller kurmamızı isteyen bir anlayış var karşımızda. Şimdi siz aynı anda Öcalan’a altı ay avukatlarla görüşme cezası veriyorsunuz, sonra kayyum atıyorsunuz, Rojava’da sivilleri bombalıyorsunuz, “hiçbir şey pazarlığı açık değil,” diyorsunuz. Aynı anda da “ben el uzattım eli tutmazsanız da kırarız,” diye tehdit ediyorsunuz. Tüm bunları yaparken de “ben buradan İmralı ve DEM Parti’yi seçeyim, Edirne’yi de istemiyoruz. Ben bunları kendi içinde çatıştırırım,” diyorsunuz… Ancak küçümsememek lazım; çatıştırmak ve bölmek rejimin çok başarılı olduğu bir eylemdir. Düşünün Kemalistleri, İslamcıları, cemaatleri, solu büyük ölçüde böldüler. Geriye Kürt hareketi kaldı.
- Bütün bu değerlendirmeleriniz içinde Kürt Hareketi’nin tarihi bize ne söylüyor
Tarihe şöyle baktığımız zaman, 1978’de PKK kuruluyor. 78’de var olup da o günden bugüne kesintisiz varlığını sürdüren bir siyasi kurum var mı Türkiye’de? Yok… Kürt Hareketi Türkiye’nin en kıdemli, en eski siyasi kurumu şu andaki haliyle. İnsanlar eğer bu başarıyı gösterebilmişse ve bu varlığı sürdürebilmişse bir siyasi akılları var demektir. Onlara yönelik beş yaşındaki çocuğu kandırmaya uygun türden argümanların karşılığı olmayacaktır. Bunun ne İmralı’da, ne Ankara’da, ne Diyarbakır’da, ne Kandil’de, ne de Kobane’de karşılığı olacaktır. Kürt Hareketi’nin farklı birimleri arasında bakış farkının olması çok doğal. Kürt toplumu çeşitlendi. Türkiye’de artık Kürdistan’da yaşayan ile metropollere yerleşmiş Kürtler arasında bile siyasal davranış farkı var. Rojava’nın, Kandil’in, diasporanın öncelikleri ayrı. Bunu yok saymaya çalışıyorlar.
- Kürt sorunu konusunda muhalefetin ortaklaşma, toplumu ileriye taşıma, bunu anlatma noktasındaki eksiklikleri neler, ne yapılması gerekir?
CHP’nin buradaki söylemini ve konumunu eskiye göre daha iyi bulabiliriz. Şu anda bir destek olduğu görülüyor. Ancak CHP’nin kendi programı, önerisi ne? Burada “bu işi mecliste çözeriz,” kolaycılığı var. Her mesele mecliste çözülmez ki. Bu ifade “şu anda biz bunu konuşmak istemiyoruz, başımıza iş açacak şekilde ortaya bir şey koymak istemiyoruz,” demek. Tabii ki meclis merkezi olmalı, şeffaf olmalı. Ama siz şimdi tutup Kandil ile sorunu, Rojava yönetimi ile sorunu mecliste çözeceğiz derseniz bu gerçekçi değil. Çünkü çok şeyin olması lazım. Yani muhalefetin buna taraf, destek, olmaktan öte kendi çözümünü ortaya koymak gibi bir mecburiyeti var. Bunu CHP ve diğer ufak partiler için söylüyorum. İYİ Parti’yi bunun dışında bırakıyorum; sadece o siyasetten size de Türkiye’de fayda yok demek lazım.
- Toplum nerede duruyor size göre?
Toplum kısmı çok çok önemli. İlk başta Kürt toplumuna bakmak gerekiyor. Öcalan başta olmak üzere Kürt siyasetçileri büyük de risk alıyorlar, rejimin şu andaki hamleleri riske de zorluyor. Çünkü başarısızlığa uğramasının bir de maliyeti var. 2012’yi düşünün, 2013’ü düşünün, büyük bir popüler destek, büyük bir coşku vardı. Siz o coşkuyu görüyor musunuz şu an? Görünen soru işareti ve ünlemler.
- Bu bir handikap değil mi? Ya da güvensizlik kaygıyı daha da güçlendirmiyor mu?
Kesinlikle… Kürt siyasetçileri için alarm verici, çok dikkatli olmaları gerektiğini gösteren bir durum bu. Çünkü DEM Parti tabanı ne olursa olsun bunun peşinden koşuyor diye bakmamak lazım. 14 Mayıs seçiminde bunu gördük. Daha önceki seçimlerde de gördük. Kürt seçmenin veya DEM Parti seçmeninin kendi öncelikleri var, kendi arzuları var, kendi istedikleri var. Bunlarla beraber tabii ki bir barış özlemi var. Ama bir yandan da bugün karşımızdaki aktöre, onun kendi yakın tarih içerisindeki konumuna bakıyor ve statüyü affetmiyor.
- AKP-MHP iktidarı şiddeti daha da tırmandırıp, kayyım politikalarını daha da keskin hale getirebilir mi? Barış süreçleri her zaman şiddetin tam olarak bittiği dönemler değil, tam tersine daha da keskinleştiği süreçlere de evrilebilir mi?
Kesinlikle… Biz yaşadık zaten. Başka örneklerde de mesela: Güney Afrika sürecinde yaşandı. Birçok suikastlar, şiddet eylemlerinin yükseldiği dönemler yaşandı. Ama benzetmeyi bunun üzerine yaparsanız kozmetik benzetme olur o. Çünkü onun dışında aktörlerin konumlanışını, diyaloğun, görüşmenin, pazarlığın, çerçevesini, yapısına baktığınız zaman orada başka bir durum söz konusuydu. Buradaki tamamen yerli ve milli. Bir diğer konu da devlet aklı fantezimiz. Dört başı mamur bir fantezidir Türkiye’de bugün devlet aklı.
- Devlet aklının fantezi olduğunu nereden kuruyorsunuz?
Şu andaki duruma bakın, Cumhurbaşkanı’nın ağzından laf alamıyorsunuz, bir tarafta Bahçeli sürekli Cumhurbaşkanı’nı hedef aldığı söylenen ısrarını vurguluyor “vakit tamam” ve benzeri söylemlerle. Bırakın devlet aklı olmasını, kendi aralarında siyasi, kurumsal bir birlik, bir bütünlük bile yok. Bunun bir sebebi de bu meselenin araçsallaşması. Kürt sorununu çözmek ve Kürt sorununa ilişkin yapısal değişiklik, transformasyon çabası olsaydı başka bir durumu konuşuyor olabilirdik. Rejim içerisindeki itişmelerde, çekişmelerde de bu meselenin kullanıldığını görüyoruz. Meselenin sürekli araçsallaştırılması bundan sonraki çözümünü de zorlaştırıyor. Demokratikleşmeyle Kürt meselesi arasındaki durum çok konuşulmuyor. Dünyada bu sorunları çözenler demokratlar, demokratik siyasetçiler olmamıştır. Ama bu gibi temel sorunların çözülmesi o ülkeye, o topraklara daha fazla eşitlik, daha fazla çoğulculuk, daha fazla demokrasi getirmiştir. Demokrat aktörler yapmasa bile demokratikleşme gelmiştir. Biz şu anda Bahçeli’nin veya Erdoğan’ın elinde böyle bir öneri ve beklenti yok, tam tersine Kürt sorununu otoriterleşmenin bir ön unsuru ve aracı olarak görüyorlar. Bu bir felaket.
- Ufuk Uras, Devlet Bahçeli ile görüştü. Öte taraftan da tecrit devam ediyor. Tıkanıklık var ama bir yol alınıyormuş izlenimi mi yaratmaya çalışılıyor?
Tabii ki öyle. Soruyorum size, Devlet Bahçeli’nin sıfatı, konumu nedir? Cumhurbaşkanı seçimlerinde Erdoğan’ı destekliyorsunuz çok güzel. Ama şu anda bir koalisyon hükümeti yok Türkiye’de. MHP’nin bakanı yok, günü geldiği zaman iktidar ortağı değiliz de diyorlar. O zaman sizin sıfatınız, konumunuz ne? Bizi bir de defaktoculuğa ortak etmek istiyorlar. Rejim ve otoriterleşme aslında bunu çok seviyor. Kurallar ötesinde defaktoizm, yani fiiliyatçı bir rejim… Fiili bir rejim kuruyorsunuz ve bunu onaylatıyorsunuz. Oysa böyle bir girişimin birinci günden itibaren bu rejimin fiili değil, resmi taraflarınca tasdik edilmiş, onların müdahil olduğu bir şekilde olması gerekirdi. Onun da olmadığını görüyoruz.
- Dêrsim, Ovacık belediyelerine de kayyım atandı. Basına siyasetçilere davalar, soruşturmalar sürüyor. Büyük resim baktığımızda süreç nereye gidiyor? Amaç ne?
Dêrsim ve Ovacık kayyımları beklenmiyor değildi. Bu rejimin adını koymak için acele etmemek gerekiyor çünkü süreci devam eden bir rejim. İstikametinin de otoriterleşme olduğu çok açık. Bugüne kadar gördüğümüz on yıldaki hikâye aynı yerden hızlanarak devam ediyor. Buradaki hikâye açık bir biçimde “bulanık suda balık avlamak” olduğunun altını çizelim. İstikamet tek yön. Rojava’da da bir yandan tehdit, diğer yandan DAİŞ’in hamiliği gibi durumlar ortada. Kısacası hem içerde hem dışarda sadece kafa karıştırmak, Türkiye içinde muhalefet cephesini bölmek amaçlanıyor. Burada DEM Parti’ye de bu kafa karışıklığına kanmamak gibi büyük görev düşüyor. Bu rejimde bir değişiklik olmadığı sürece Türkiye içerisinde ne bir demokratikleşme ne de Kürtler için bir gelişme olmasını beklemek gerçekçi değil.
- Bu süreci doğru samimi bulunmasını sağlayacak nasıl bir adım ve zemin gerekiyor?
Rejim, “herhangi bir konuda söylenecekleri ‘A’dan Z’ye sadece biz söyleriz,” demek istiyor. İlk başta buna müdahil olmalı, konuşulamaz şeyleri konuşma cesareti gösterebilmeliyiz. Bu rejim dilinin, rejim kavramsallaştırmasının dışına çıkmamız gerekiyor.
Kürt Hareketi’nin meşru olmayan siyasi unsuru yoktur. Bunun altını kalın kalın çizelim. Bugün yapılması gereken şeyin aktörlerin sayısının azaltılması değil, çoğaltılması olduğunu düşünüyorum. Abdullah Öcalan özgür olmadan da bu sürecin sağlıklı olması mümkün değil eşyanın tabiatına aykırı. Şeffaflık ve bilgi akışı da çok önemli bir konu. Geçmişte Kürtlerin ağzının yandığı bir süreç söz konusu. Kürt aktörlerinin katkı sunabilmeleri için özgürlükleri ve güvenlikleri çok önemli.
- Yasal çerçeveye de oturması gerekmez mi?
Kesinlikle. Biz meseleyi yeni konuşmuyoruz. Kürtlerin bu işten yeterince ağzı yanmış, şimdi yoğurdu üfleyerek yeme vakti.
Huzur ve barış istiyoruz.
Yektan Türk Yılmaz’ın derdi nedir?
Artık biz de yaşlandık. Bizden önce kuşaklar hep dertlerini anlatıyorlardı. Bu dünyadan gitmeden huzur görmek, işaretli olmadan, topraklarımızda gerçek anlamda bir normalleşme yaşamak istiyoruz. Derdimiz bu; huzur ve barış istiyoruz.