Mezar taşındaki yazıdan
”Tarifi imkânsız acılar içindeyim.
Gurbette akşam oldu
yine rüzgâr peşindeyim.
Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim,
akşam oldu, sürgün susuyor”
Mehmet Şahin
16 Kasım 2000 günü akşam saatlerinde bir sanatçı daha doğduğu toprakların özlemiyle, bu topraklardan çok uzakta, sessiz sedasız aramızdan ayrıldı. Elbette ki, Ahmet Kaya, sanata ve sanatçıya düşmanlığın hiç eksilmediği, iyinin ve güzelliğin yok edilmesinin sıradan hale getirildiği ve hatta bunun sistem tarafından teşvik edildiği ve ödüllendirildiği bu coğrafyanın ilk kaybı değildi. Yine kendisi gibi doğduğu coğrafyanın acılarını, umutlarını ve özgürlük arayışını filmlerine işlemiş olan Yımaz Güney gibi, sanatını halkına adamış ve bunun bedelini de baskılara uğrayarak, linç girişimlerinde ve en son sürgünle ödemiş ve tıpkı onun gibi hasretle doğduğu topraklardan çok uzaklarda bu trajik zincirin bir halkası olarak Paris’te Cimetière du Père-Lachaise yani “ÖLÜMSÜZLER” mezarlığındaki hazin sonuna doğru; hiç tereddüt etmeden yürümüştür. Onun ölümsüzlüğü, sadece yattığı mezarlığın adından kaynaklanmıyor. Ülkenin 12 Eylül faşizminin baskısını hala iliklerine kadar hissederken, ülkeye sanat adı altında empoze edilen yoz müzik kültürüne isyan etmiş ve yaşamının bütün zorluklarına rağmen sistemin karşısına sesi ve bağlaması ile dikilip “Başkaldırıyorum” diyebilmiştir. Amed zindanlarında yakılan ateşlerin ulaştığı destanların yarattığı coşku, Ahmet Kaya’nın dizeleriyle şehirlere yayılmış ve yılgın yüreklere umut kıvılcımları çakmıştır. Bu yüzdendir ki, müziği kitlelere yayılabilmiş ve toplumun büyük bir kesimi onun notalarında kendini anlatan bir şeyler bulabilmiştir.
Malatya’dan Fransa’ya…
Onun Malatya’da başlayıp Paris’te son bulan hayat hikayesi, müziğinde ilham olan acılar ve yokluklar silsilesi. Yoksulluğun hüküm kurduğu yıllarda, hayatını kazanmak için ordan oraya göçüp durmuş ailesi ile birlikte dolaşırken kendisine armağan edilen bağlama ile daha sonraları onun özgürlük arayışına eşlik edecek ilk sesleri çıkarmaya başladığında henüz 6 yaşındaydı Ahmet Kaya.
Fakir ailenin çocuğu olmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak çalışıp eve katkı yapma mecburiyeti ile başlayan emekçiliği onu, ileriki yıllarda yaşamına yön verecek müzik ve bu müziğin o dönemin en önemli temsilcisi olan büyük usta Ruhi Su ile buluşturmuştur. Ekmek parası için çalıştığı plakçıda dinlediği müzikten etkilenmiş, ilerde büyük yankı uyandıracak olan müzik serüveninin ilk adımını atmıştır. Gerçi Ahmet, ustaya sergilediği ilk müzik performansından geçer not alamamıştır ama bu ona kendi müziğini ortaya koyma konusunda hırs yaratmıştır. O, bağlama çalma biçimini beğenmeyen ustaya inat kendi tarzının inatçı savunuculuğunu yapmış ve ilk konserine “Bağlama böyle de çalınır” diyerek çıkmıştır. Büyüdükçe müziği gibi kavgası da büyümüş ve mücadeleye daha fazla katılır olmuştur. Henüz 16 yaşındayken afiş astığı için daha sonraları hep kavgalı olduğu faşizm tarafından hapse atılır. Bu, ilham aldığı müzik ustasına dahi karşı çıkacak kadar asi olan Ahmet için daha fazla mücadele ve tabi ki daha sert bir sanatsal duruş anlamına gelmekteydi.
O artık müziği ile durumdan ve durumundan memnun olmayan herkesin duygularına hitap edip, üzerindeki ölü toprağını silkelemeye başlamıştı. Çok geniş kitlelere ulaşması zaman zaman müziğinin ideolojik içeriği konusunda eleştirilmiş olsa da ortada olan bir gerçek vardı ki, Ahmet Kaya müziği ile kitlelere dayatılmış olan sindirilmişlik, çaresizlik, yozluk ve kimliksizleştirmeyi kader belleyip boyun eğme seçeneğini değil; başkaldırıyı ve mücadeleyi ulaştırmaya çalışmıştır. Bu mesajlarının geniş kitlelere ulaşması; çoğu zaman baskı, tehdit, gözaltı, tutuklama, yasaklama ve benzeri zorba yöntemlerle engellenmeye çalışılsa da, yolundan dönmeyen bir Ahmet Kaya gerçekliğine dönüşmüştür.
O gecenin dayanılmaz hafifliği
Onun hazin sonunu yaratan olayları hepimiz çok iyi biliyor ve hafızalarımıza kazınan sahnelerin öfkesini yaşıyoruz. Kürt kimliği gerçekliğini müziklerine ve söylemlerine yansıtmaya başlayan Ahmet Kaya sistem için gerçek bir tehlike olmaya başlamış ve birkaç piyonun kolayca oynayabileceği bir oyun ile kalemi kırılmıştır. Ahmet Kaya, ısrarla inkâr edilen Kürt gerçekliğini, hem de tüm ülkenin izlediği bir canlı yayında dile getirmekle, zorba sistemin şah damarına basmış ve bu sorunun farklı bir sosyal tabakanın içinde belki de kendisinin bile beklemediği kadar görünür ve tartışılır olmasını sağlamıştır.
O zamanlar belki sarayları yoktu bu ülkenin ama soytarıları vardı ve bu soytarılar krallarının istediği her türlü şaklabanlıkları yaparak onun gönlünde yer etme çabası içerisindeydiler. O gece bu şaklabanlıkların en utanç vericisi kazındı belleklerimize.
O zamana kadar yoz kültürün yarattığı seviyesizlikten beslenerek varlığını sürdüren sanatçı müsveddeleri, oluşan durumdan vazife çıkarmakta gecikmediler ve popüler olmanın dayanılmaz hafifliği içinde Ahmet Kaya için linç seferberliği ilan ettiler.
Bu ülkenin halkına hiçbir şey verememiş, onun duygularını sömürmekten başka bir marifeti olmayan ve daha sonraları ailecek bu ülkenin kaynaklarını sömürerek lüks yaşamları için ülkeyi satacak olan organizmalar, salt atalarının yaşadığı antropolojik gelişimlerle elde ettikleri sözlü anlatım yeteneklerini belli bir marş ritmi ile dillendirerek vatanlarını Ahmet Kaya gibi “teröristlerden” temizlediler. O günün yandaş ve sermayedar medyası elbette ki beslendikleri kaynakların emir buyurduğu başlıklarla bu seferberlikteki yerlerini aldılar. Gerçek sanatçı olduğunu kanıtlayan birkaç kişinin onurlu duruşlarıyla Ahmet Kaya’yı savunmaya çalışmaları onu salonda tutmaya yetmedi ama bu ülkede sanat ve sanatçının iktidar gücü karşısındaki durumunun kısa bir özetini oluşturmaya yetti.
Memleket özlemi
Ahmet Kaya salondan atıldı ama onun yarattığı infial ve daha sonradan sebep olduğu trajik son, hafızalara öyle bir kazındı ki, daha sonraları onun yolundan giden Kürt sanatçılarının ezgilerinde hep var oldu. İktidar erkleri ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, halk gerçekliği ve bu gerçekliğin yarattığı sanat anlayışı karşısında yenilmeye mahkûmdur. Halkların özgürlük tutkusu ve bu uğurdaki direnişi her koşulda kendini var edecek bir yol bulacaktır. Bunun için bazen üç kibrit çöpü bile kâfi gelebilir. Yeter ki bunu halkla buluşturabilecek anlatım yolları bulunsun. Ahmet Kaya bunu sazı ve sözü ile yapan direngen kişiliklerden biriydi. Bu yüzden sazı ve sözünün önüne hep engeller kondu ama o bu engelleri aşmak için çaba gösterdi. Ta ki, kalbi onu bu mücadelesinde yalnız bırakana dek. Ahmet Kaya, 16 Kasım 2000 günü, üzerine türküler söylediği ülkesinden çok uzaklarda, hasret içinde kapadı “iki gözü”nü. Onun gurbet ellerde sonsuzluğa uğurlanması kararını veren eşi, “Canlıyken gelemediği ülkesine ölüsünün gelmesinin anlamı yok” diyerek acılı gerekçesini kazıdığı yüreklerimize. Rahat uyu iki gözüm…
* Mezar taşındaki yazıdan