Hrant Dink’in “bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” cümlesi acı bir sesleniş, bir sahiplenme çağrısı, bir uyarı gibidir, güzelleme değil
Ayşe Berktay
Günlerdir kafamın içinde dolanıp duruyor bu soru.
Baskı, şiddet iklimi, linç ve tehditlerle kişileri hatta bazı toplumsal kesimleri güvercin tedirginliğine sokabilenler elbette güvercinlere dokunur; dokunuyor.
Gülcan Dereli’nin çok yerinde ve güzel saptamasıyla Hrant Dink halkının hikâye anlatıcısıdır; dengbejdir. O, bunu bilmez olur mu? Hikâye anlatıcılığı, “dengbej”lik biraz da yıllardan süzülmüş bilgiyi paylaşıp topluca kıssadan hisse çıkarma sanatıdır. Yüzyılların ve ânın bilgisi buralarda güvercinlere dokunulduğuna tanıklık eder.
Hrant Dink’in “bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” cümlesi acı bir sesleniş, bir sahiplenme çağrısı, bir uyarı gibidir, güzelleme değil. Bağıra bağıra, sahip çıkın diye seslene seslene, göz göre göre gitti. Yaklaşan cinayetine karşı, her zamanki çizgisine uygun bir müdahale çizgisini, toplumu, toplumsal vicdanı harekete geçirmeyi denemiş sanki. Ardından içten üzüntü içinde sokakları dolduran biz o yüzbinler, 12 Ocak’taki ilk yazısından, hatta o utanç verici mahkeme ve linç süreçlerinden sonra harekete geçip bu gidişe dur demiş, itiraz etmiş, tavır almış olsaydık kısacası “ÖZNE” olabilmiş, müdahil olabilmiş olsaydık her şey çok farklı bir mecrada akabilirdi.
Ana akım medyadaki alçakça manşetlere, görevli veya görevlendirilmiş bazı çevrelerin saldırganlıklarına rağmen Hrant bu topluma dokunmayı başardı, bu toplum sevdi onu kendinden bildi. Hrant gibi derin devletin hedef aldığı birinin ana akım televizyonlara çıkabildiği günlerdeydik. Ekranlarda kendini anlattı, akıllara, yüreklere, vicdanlara dokundu. İzledik ve hep birlikte sevdik onu. Ama yine, bir kez daha sevgimizin öznesi olamadık, sevgimize sahip çıkamadık. İzleyici olduk, hak verdik o kadar.
Özneleşmek hayatın bütün alanlarında gerçek değişimler yaratacak mücadelenin sahibi olabilmenin önemli ölçülerinden biri.
Kadınların erkek egemen sisteme, erkek iktidarına ve bu iktidarın kontrol gücü olan devlete karşı mücadelesi böyle bir özneleşme mücadelesi. Keza yerelin daha fazla karar ve uygulama gücünün olması, özerkleşmesi, eş başkanlık, temsili değil doğrudan demokrasi de öyle.
“Bizim emeğimiz, bizim hayatımız, bizim bedenimiz, bizim kararımız”, “Kimsenin namusu değiliz, namusumuz özgürlüğümüzdür” kampanyalarımız, pankartlarımız… Yazarken bile heyecanlandıran hep birlikte coşkuyla, inançla “Korkmuyoruz, susmuyoruz, itaat etmiyoruz!” diye yeri göğü inleten haykırmalarımız… Her birinin özgün bağlamının yanı sıra ortak bir yönü var. Hepsi de kadınların özne olma, hayatlarımızın kontrolünü kendi ellerimize alma kararlılığımızı ilan ediyor. Sadece itiraz etmiyor, radikal bir değişim ufku ortaya koyuyor. Kadının bir nesne, edilgen bir varlık, kurban, mağdur olmaktan çıkıp hem kendi yaşamının hem toplumsal yaşamın etkin bir öznesi olmaya girişmesi büyük bir toplumsal değişimin, bir altüstlüğün müjdecisi. Patriyarka iktidarını özne nesne ayrımını derinleştirerek pekiştiriyor, hiyerarşiler, kategorizasyonlar, sömürgeci sistemler hem bu ayrımdan besleniyor hem de bu ayrımı besliyor.
Sanki değiştirme mücadelesine bir protesto, itiraz, hak ihlallerini ilan etmenin ötesinde bir de özneleşme merceğinden bakar, yaptıklarımızı, yap(a)madıklarımızı bu açıdan değerlendirirsek köklü değişimler gerçekleştirmenin kapısını açabilirmişiz gibi geliyor.
Takip edebildiğim kadarıyla TJA’nın bu ay yaptığı Sessizlik Duvarlarını Yıkmak çalıştayına hakim olan ruh buydu. Çünkü çalıştay, cezaevlerindeki kadınların şeyleştirilmenin has mekanı olan cezaevlerinde her şeye rağmen güçlü birer özne olarak var olmayı başardıklarını, kendi doğrularına göre bir yaşam kurduklarını, kabul ve ret ölçülerini işlettiklerini, hayata ve hayata dair tüm değerlere sarıldıklarını ortaya koydu. Kendi varoluşlarını böyle konumlandıran kadınların kapatılma mekanlarından kurtulması için bizlerin neler yapabileceği konusunun eksenini de cezaevlerindeki bu ruh, bu özneleşme, özgürleşme hattı belirlediğinde mutlaka dünya ölçeğinde etkili ve güçlü bir çıkış potansiyeli yakalanacaktır.
Kadın kırımına son verme, medeni kanunda yapılmak istenen değişiklikleri engelleme, savaş ve barış mücadeleleri için de önemli bu özneleşme/özgürleşme konusu. Toplumsal hareketler olarak yürüttüğümüz mücadeleleri “uluslararası sözleşmelerle tanınmış hak ve özgürlükler” veya bir yasayla elde edilmiş kazanımları korumak ekseninde değil kadın olarak, genç, işçi, emekçi, öğrenci, kent veya köy sakini olarak yaşamlarımız, ürettiklerimiz, bugünümüz ve geleceğimiz, eylediklerimiz ve düşündüklerimiz üzerinde doğrudan söz sahibi olma mücadelesi ekseninde ele almak hepimize büyük güç verecektir.
Örneğin kadınlar olarak savaşa, savaştan en çok kadınlar ve çocukların etkilenmesi ekseninde değil tüm toplumu savaşın nesnesi haline getiren savaşı istemediğimiz için, militarizmi ve yalanı hakim kılan, militarizmin egemen olduğu, nefret ve düşmanlığı besleyen ve ondan beslenen hayatı çekilmez kılan savaşın son bulmasını istediğimiz için karşı çıkmaktan söz ediyorum. Ya da bir medeni kanunu savunmak değil de, bu toplumla nasıl bir sözleşme istediğimiz üzerinden ve üzerine tartışmak ve yapılmak istenenlerin kadınlara ve topluma nasıl bir yaşam dayattığını ortaya koyup bu projeye karşı mücadele etmek.