Kayıp yakınları, toplumsal hafızanın aktarımı ve direnişin önemi konusunda unutulmaz örneklerdir. Toplumsal hafıza ve direnişin bu tür hikâyelerle canlı tutulması, gelecekte benzer acıların yaşanmaması adına kritik bir rol oynayacaktır. Bu yüzden onların hikâyesi sadece geçmişin değil, aynı zamanda daha adil ve insancıl bir geleceğin de temellerini atar
Deniz Bakır
Dünyaca ünlü şair Pablo Neruda’nın “Oğulları ölen analara türkü” şiiri çocuklarının akıbetini öğrenmek ve adalet için mücadele eden Plaza de Mayo Anneleri için kaleme alınmıştır. Ancak bu şiir dünyanın dört bir yanında zorbalığa karşı mücadele eden ve çocuklarının mezarlarına kavuşmak için mücadele eden tüm annelerin direncini yansıtır:
“Dursun yas esvaplarınız.
Yığın derleyin,
Gözyaşlarınızı;
Bir metal oluncaya kadar
Bununla vuracağız,
Gündüz gece;
Bununla çiğneyeceğiz,
Gündüz gece;
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını,
Kırıncaya kadar.”
Bu güçlü ve dirayetli anneler-insanlar kaybolan evlatlarının akıbetini öğrenmek için Neruda’nın dizelerinde dediği gibi başları dik, yumrukları sıkılı, hak arayışında yılmaz bir azimle dolu olarak yıllardır Galatasaray Meydanı’nda bir araya geliyor. 1995 yılında Galatasaray Meydanı’nda başlamış ve her hafta cumartesi günleri oturma eylemleriyle devam etmiştir.
Cumartesi Anneleri’nden Hanife Yıldız, “Oğlumu devlet aldı, sağ mı ölü mü bilmiyorum,” derken; Emine Ocak, “Oğlumun akıbetini öğrenene kadar buradayım,” sözleriyle kararlılıklarını ve evlatlarının akıbetini öğrenmek konusundaki azimlerini ifade ederler. Bu anneler, sadece kendi evlatları için değil, tüm kayıplar için adalet arıyor.
Onlar, başları dik ve yumrukları sıkılı, adalet arayışında asla pes etmiyor Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelerek hak ve adalet mücadelesini sürdürüyor.
Devletlerin kayıp politikası ve Plaza de Mayo Anneleri
Devletlerin kayıp politikası, siyasi muhaliflerin veya tehdit olarak görülen kişilerin zorla kaybedilmesi ve bu kişilerin akıbeti hakkında bilgi verilmemesi olarak tanımlanıyor. Bu politika, diktatörlükler ve faşist otoriter rejimler tarafından sıklıkla kullanılmış ve kullanılmaktadır. Dünyada bu politikayı uygulayan çeşitli ülkeler ve bu uygulamalara karşı direnen birçok topluluk vardır. Bunlar arasında en dikkat çekici örneklerden biri, Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri’dir.
1973 yılında General Augusto Pinochet’nin askeri darbeyle iktidara gelmesiyle, Şili’de binlerce kişi kayboldu. Pinochet rejimi, muhalifleri ve sol görüşlü kişileri sistematik olarak hedef aldı. Birçok insan, gözaltına alınarak gizli hapishanelerde işkence gördü ve infaz edildi. Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütlerinin tahminlerine göre, Pinochet döneminde yaklaşık 3.000 kişi kayboldu veya öldürüldü.
Yine 1980’lerde El Salvador’da iç savaş sırasında, hükümet güçleri ve sağcı ölüm timleri tarafından binlerce insan kaybedildi. Bu dönemde insan hakları ihlalleri yaygındı ve kaybolan kişilerin çoğu, hükümet karşıtı faaliyetlerde bulunmakla suçlanan sivillerdi. El Salvador’da kayıpların akıbetini öğrenmeye çalışan aileler, CEDHU gibi örgütler aracılığıyla mücadele etti.
Türkiye ve Kürdistan’da 1980’lerden itibaren Türkiye’de de zorla kaybetmeler yaygın bir devlet politikası olarak uygulamaya kondu. Özellikle Kürdistan’da PKK ile savaş kapsamında birçok Kürt zorla kaybedildi.
Türkiye’de gözaltında kaybetme politikasının kısa tarihçesi
Türkiye’de gözaltında kaybetme vakaları, özellikle 1980 askeri darbesi sonrasında artış göstermeye başlamıştır. Darbe sonrası dönemde sistematik hale gelen yargısız infaz ve işkencelerin yanı sıra gözaltında kaybetme saldırıları da bir yöntem olarak devreye sokulmuş ve yaygınlaştırılmıştır.
1980’li yıllarda, PKK’ye karşı yürütülen savaş kapsamında gözaltında kayıplar daha belirgin hale gelmiştir. Bu dönemde, birçok Kürt siyasetçi, aktivist ve sivil, gözaltına alındıktan sonra kaybolmuştur. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve diğer insan hakları örgütlerinin raporlarına göre, bu dönemde yüzlerce kişi gözaltında kaybolmuştur.
1990’lı yıllar, gözaltında kayıpların en yoğun yaşandığı dönem olarak kayıtlara geçmiştir. Özellikle Kürdistan’da, güvenlik güçlerinin yürüttüğü operasyonlar sırasında birçok kişi gözaltına alınmış ve bir daha haber alınamamıştır. Bu dönemdeki kayıpların sayısı binlerle ifade edilmektedir.
Örneğin, İHD’nin 1995 tarihli raporunda, sadece 1990-1995 yılları arasında 1.500’ün üzerinde kişinin gözaltında kaybolduğu belirtilmektedir.
2000’li yıllarda gözaltında kayıp vakalarında bir azalma olsa da 2016 darbe girişimi sonrasında, gözaltında kayıplar yeniden gündeme gelmiştir.
Amnesty International ve Human Rights Watch gibi uluslararası insan hakları örgütleri, 2016 sonrasında Türkiye’de gözaltına alınan bazı kişilerin akıbetlerinin bilinmediğini ve zorla kaybetme vakalarının yeniden arttığını rapor etmişlerdir.
İnsan hakları örgütleri tarafından sağlanan verilere göre, 1980’lerden günümüze Türkiye’de gözaltında kaybolan kişilerin sayısı on binleri bulmaktadır. Ancak, bu sayıların kesin tespiti zor olup, birçok vakada ailelerin ve tanıkların korku nedeniyle bildirimde bulunmadığı bilinmektedir.
Türkiye’de gözaltında kaybetme vakaları, siyasi süreçle bağlantılı bir seyir izlemiştir. Zaman zaman mücadelenin seyri ile azalsa da hiçbir zaman bir bütün olarak terk edilmemiştir. Özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllar bu ihlallerin zirve yaptığı dönemler olarak öne çıkmaktadır. 2000’li yıllarda bir miktar azalma gözlemlense de, son yıllarda yeniden artış trendine girdiği insan hakları örgütleri tarafından rapor edilmektedir.
Cumartesi Anneleri-İnsanları hareketinin kökeni 1990’lara dayanmakta olup, özellikle Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un kaybedilmesi ve bulunmasıyla büyük bir kamuoyu desteği kazanmıştır.
Cumartesi Anneleri’nin başlangıcı
Cumartesi Anneleri hareketi, 27 Mayıs 1995’te İstanbul Galatasaray Meydanı’nda başladı. Bu hareketin temel motivasyonu, özellikle 1990’ların başında artan insan hakları ihlalleri ve zorla kaybedilmelere karşı duyulan derin endişeydi. Türkiye’nin farklı bölgelerinde özellikle Kürt yurtsever sivillerin ve muhaliflerin zorla kaybedilmeleri, aileler ve insan hakları savunucuları için dayanılmaz bir hal almıştı.
Hasan Ocak’ın kaybedilmesi ve bulunması
Hasan Ocak, 21 Mart 1995’te İstanbul’da gözaltına alındı ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Ailesi ve arkadaşları, onun bulunması için yoğun bir kampanya başlattı. Bu süreçte İnsan Hakları Derneği (İHD) ve diğer kitle örgütlerinin desteği ile başlayan eylemler kısa sürede yaygınlaşarak ülke ve dünya gündeminde öne çıktı.
Hasan Ocak ile benzer bir kaderi paylaşan Rıdvan Karakoç da aynı dönemde Şubat 1995’te İstanbul’da gözaltına alındı ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Ailesinin aynı şekilde Karakoç’u bulmak için verdiği mücadele Hasan Ocak için yürütülen kampanya ile iç içe geçti. 15 Mart 1995’te, Karakoç’un işkence görmüş bedeni İstanbul’da bulundu. Bu olay da kamuoyunda büyük yankı uyandırdı ve kayıp yakınlarının bir araya gelerek ortak bir mücadele yürütme ihtiyacını pekiştirdi.
Ocak’ın ailesi ve dostlarının kararlı mücadelesi, 15 Mayıs 1995’te sonuç verdi. Hasan Ocak’ın işkence görmüş bedeni İstanbul’un Beykoz ilçesinde bir ormanda bulundu. Bu olay, Ocak ailesi ve diğer kayıp yakınları için bir dönüm noktası oldu. Hasan Ocak’ın bulunması, zorla kaybedilmelere karşı verilen mücadelede sembolik bir anlam kazandı ve Cumartesi Anneleri hareketinin başlangıcına ilham verdi.
Cumartesi Anneleri’nin eylemleri, kısa sürede geniş bir kamuoyu desteği kazandı. İlk eylem, 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda gerçekleştirildi. Her cumartesi, kayıp yakınları burada toplanarak sessiz oturma eylemleri düzenlemeye başladı. Ellerinde kaybedilen sevdiklerinin fotoğraflarını taşıyan anneler, kayıplarının akıbetini öğrenmek ve adalet talep etmek için direnişlerini sürdürdü.
Bu eylemler, insan hakları örgütleri, sanatçılar, akademisyenler ve sivil toplumun geniş kesimlerinden destek gördü. 1990’ların sonlarına gelindiğinde, Cumartesi Anneleri’nin sesi uluslararası platformlarda da duyulmaya başlandı.
Cumartesi Anneleri’nin hikâyesi, Türkiye ve Kürdistan’daki insan hakları ve adalet mücadelesinin önemli bir parçasını oluşturur. Hasan Ocak ve Rıdvan Karakoç’un kaybedilmesi ve bulunması, bu hareketin fitilini ateşleyen olaylar olarak hafızalara kazınmıştır.
Baskı ve yasaklamalar
Cumartesi Anneleri, 1995 yılından bu yana kaybolan yakınlarının akıbetini sormak ve sorumluların yargılanması için Galatasaray Meydanı’nda toplandıkları eylemleriyle biliniyor. Ancak, yıllar içinde bu eylemler çeşitli polis müdahaleleri, gözaltılar, tutuklamalar ve açılan davalarla engellenmeye çalışıldı.
Cumartesi Anneleri’nin karşılaştığı müdahaleler yalnızca fiziksel şiddetle sınırlı kalmadı. Haklarında açılan çeşitli davalar da onları hukuki olarak zor durumda bıraktı. Örneğin, 2021 yılında İstanbul’da görülen davada katılımcıların beraat talepleri reddedildi ve duruşmalar gergin geçti. Ayrıca, İstanbul 48. Asliye Ceza Mahkemesi’nde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya hakaret ettiği iddiasıyla açılan davalar da bulunuyor.
Polis müdahaleleri, bazen barışçıl toplantı ve gösteri haklarını ihlal edecek derecede sert oldu. Bu ihlaller nedeniyle Anayasa Mahkemesi (AYM) çeşitli hak ihlali kararları verdi. Örneğin, AYM, polisin orantısız güç kullanımı ve toplantı hakkının engellenmesi nedeniyle hak ihlali kararları verdi ve mağdurlara tazminat ödenmesine hükmetti.
2018’den itibaren Galatasaray Meydanı’nın Cumartesi Anneleri’ne yasaklanması da önemli bir mesele oldu. Yasaklara rağmen meydanda toplanmaya çalışan gruplar her hafta polis müdahalesiyle karşılaştı ve çok sayıda kişi gözaltına alındı.
Cumartesi Anneleri, hukuki mücadelelerini ve barışçıl eylemlerini kararlılıkla sürdürürken, polis şiddeti ve hukuki baskılarla karşı karşıya kalmaya devam ediyorlar. Bu durum, Türkiye’de ifade ve toplanma özgürlüğü açısından önemli bir tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Cumartesi Anneleri, uluslararası arenada büyük bir etki yaratmıştır. İnsan hakları savunucuları tarafından geniş bir destek gören hareket, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası kuruluşlar tarafından da tanınmış ve desteklenmiştir. AİHM, Türkiye’de zorla kaybetmelerle ilgili birçok davada Türkiye’yi mahkum etmiştir. Hareket, dünya genelinde kayıp yakınları için bir model oluşturmuş ve benzer hak arayışlarının ilham kaynağı olmuştur.
Bu hareket, çeşitli ödüllerle de onurlandırılmıştır. 2019 yılında Cumartesi Anneleri, insan hakları savunucuları için verilen önemli bir ödül olan “Front Line Defenders Award” ile ödüllendirilmiştir. Bu ödül, onların uzun soluklu ve kararlı mücadelesini tanımak ve desteklemek amacıyla verilmiştir
Cumartesi Anneleri hareketi hakkında birçok kitap ve akademik çalışma da bulunmaktadır. Bu eserler, hareketin tarihçesini, toplumsal ve politik etkilerini ve bireyler üzerindeki psikolojik etkilerini ele almaktadır. Bu çalışmalar, hareketin yerel ve küresel bağlamda nasıl bir dönüşüm sağladığını ve protesto ile yas arasındaki ilişkiyi incelemektedir
Sonuç olarak, Cumartesi Anneleri hareketi, Türkiye’de ve dünyada zorla kaybedilmelerle mücadelede önemli bir sembol haline gelmiştir. Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde tanınmış, ödüller almış ve birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu hareket, insan hakları mücadelesinde kararlılığın ve dayanışmanın gücünü göstermektedir.
Hafızanın direnişi
Kayıp yakınlarının mücadelesi, adaletin yerini bulması için verilen direnişin ne denli önemli olduğunu ortaya koyar. Bu direniş, sadece bireysel bir hak arayışı değildir; toplumsal adaletin korunması ve kazanılması adına verilen kolektif bir mücadeledir. Berfo Ana ve Baba Ocak gibi figürler, hak arayışında direnişin sembolü olarak topluma cesaret ve umut aşılamıştır. Onların inanç ve azimleri, adaletin sağlanması için ne kadar kararlı olunması gerektiğini göstermiştir.
1000 haftadır her türlü baskıya ve zulme rağmen kolektif hafızanın canlı yaşayan bir örneği olarak Galatasaray Meydanı’na çıkan anneler-insanlar bu nedenle önemlidir.
Kayıp yakınları, toplumsal hafızanın aktarımı ve direnişin önemi konusunda unutulmaz örneklerdir. Onların yaşamları ve mücadeleleri, geçmişin karanlık sayfalarını aydınlatmak ve adaletin yerini bulması için yapılan çabaların ne denli önemli olduğunu bizlere hatırlatır. Neruda’nın dizelerinde dediği gibi;
‘Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar,
Doğan ulu günün ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer,
Buğdayın üstünde,
Bilesiniz.’
Toplumsal hafıza ve direnişin bu tür hikayelerle canlı tutulması, gelecekte benzer acıların yaşanmaması adına kritik bir rol oynayacaktır Bu yüzden onların hikayesi sadece geçmişin değil, aynı zamanda daha adil bir geleceğin de temellerini atar.