Ölümler, suikastlar, savaş ve işgal tamtamlarıyla yatıyor, yine onlarla uyanıyoruz. Bir acının yası bitmeden diğeri başlıyor. Buna her gün büyüyen sefalet, kadın kırımı, çocuk istismarları, işçi kıyımları, doğanın talanına dönük yeni kararlar ve sayamayacağımız pek çok başlık ekleniyor. İnsan bu keşmekeş içinde değil bir ay sonrasını, birkaç saat sonra ne olabileceğini bile kestiremiyor. Dünya, kelimenin gerçek anlamıyla büyük tarihsel altüst oluşlar, kıyım ve katliamlar, bir o kadar da onurlu direniş ve isyanlar sahnesine dönüşmüş durumda.
Milyonları ilgilendiren 2023 asgari ücret rakamı bu tablo içinden 8 bin 500 lira olarak açıklandı ve maalesef birkaç açıklama dışında tık yok. Bu tablo içinde olamaz da…
Bu yılki Asgari Ücret Tespit Komisyonu tiyatrosunun perdesini, “açlık sınırı kırmızı çizgimizdir” diyen Türk-İş Başkanı Ergün Atalay açtı. Belli ki görevi milyonlarca işçiyi açıklanacak sefalet ücretine hazırlamak, deyim yerindeyse mıntıka temizlemekti… Ardından sahneye Türk Metal patronu Pevrul Kavlak atladı. Kavlak, Atalay’ın sergilediği rezaleti efelenerek perdelemeye çalıştı, ama yetmedi. Sonra 3. toplantı oldu ve Atalay “9 bin istiyoruz, kabul edilmedi” diyerek masayı terk etti. Zaten rolünü yeterince oynamıştı.
Sahne artık gerçek sahibine kaldı ve Erdoğan arz-ı endam edip TİSK Başkanı ve Çalışma Bakanı’yla görüşerek asgari ücret rakamını açıklayacağını söyledi. Bu arada tiyatro gereği “9 bin olsun” diyen Atalay’ı ‘sırtında yumurta küfesi taşımayanlar’ diyerek sorumsuzlukla itham etti. Öyle ya, kendi sırtında sefahatini daim kılmak, patronların “gözlerini parlatmak”, maden-inşaat-enerji-turizm başta olmak üzere birlikte iş tuttuğu “yandaş” patron gruplarını memnun etmek, üstüne bir de Kürt halkına sıkılacak kurşunların ederini çıkarmak gibi bir küfe var.
Sadece emek gücünü satarak zar zor yaşamaya çalışan işçilerin ağırlığı hiçbir zaman olmadığı gibi şimdi de yok o küfede. Onlar zaten sattıkları o emek gücünün büyük kısmını artı değer olarak patronlara bırakırken, kendilerine karın tokluğuna yetecek ücret denilen kısmı kalıyor. Ki o ücret de artık dört kişilik bir aile için hesaplanmıyor. Tek bir kişiye yetmeyecek, dolayısıyla “kutsal aile”nin tümünü kapitalist çarkın en ucuz dişlileri olmaya zorlayacak bir yaklaşımla belirleniyor.
İşçi sınıfının aynı acıları, hedefleri, umutları olan bir gövde haline geldiği, yani sınıf vasfı kazandığı zamanlarda bu sözler bu rahatlıkla söylenebilir miydi? Söylenemezdi!..
Tam bu noktada aklıma 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ni yaşayan bir işçiyle yaptığımız sohbet geliyor. “İşçiler o zaman büyük bir güçtü, patronlar korkardı bu güçten, herkes işçiye saygı gösterirdi” diyerek başlamıştı konuşmasına. Vücut dilinden, kurduğu cümledeki vurgulara kadar her halinde bir gurur seziliyordu. Bu işçi, dönemin öncü işçilerinden de değildi. O atmosfer içinde ait olduğu sınıfın gücünü hisseden ve bu gücün parçası olmaktan gurur duymuş, o duyguyla omuzları dikleşmiş “herhangi” bir işçiydi. Konuşurken o zamanlara gidiyormuş gibi canlı tasvirler yapıyordu. Kendisi direnişe Kartal’daki bir fabrikadan katılıp kilometrelerce yürümüş, önlerine çıkarılan barikatları yıkıp geçmenin haklı onurunu iliklerine kadar hissetmişti. Sözlerini “bugün işçinin ‘değeri’ kalmadı ki” diye noktalamıştı.
İşçi sınıfının on yıllar önce nesnel olarak işçi olmaktan bir sınıfa dönüşmesinin hikayesi vardı bu anlatımda. O zamanlar büyük sınai gelişmeyle proleterleşme dalgası birbirine eşlik ediyor, Türkiye işçi sınıfı bu olağanüstü geçiş döneminde düşe kalka bir sınıf olma vasfı kazanıyordu. Kapitalist sömürüyle tanıştıkça örgütlenme arayışına giriyor ve dönemin siyasi atmosferinin oluşturduğu toplumsal kültür içinden kendisini bir sınıf olarak adeta yeniden inşa ediyordu.
Bugün bile o dönemin elde kalan son kazanımlarına tutunuyor demek yanlış olmaz.
Keza işçi sınıfı on yıllar içinde kapitalist sistem ve onun siyasi bekçiliğini yapan devletleri eliyle adeta paramparça edilmiş büyük bir kütle haline getirildi. Üretim organizasyonları, teknolojik gelişmeler; büyük örgütsüzleştirme saldırılarıyla iç içe gelişti. Taşeronlaştırma-özelleştirmeyle başlayan un ufak etme saldırısına karşı onca örgütsüzlüğüne karşı büyük bir direngenlik sergiledi. 12 Eylül sonrasında ’89 Bahar Eylemleri, madenci yürüyüşleri, çeşitli özelleştirme saldırılarına karşı gelişen irili ufaklı direnişlerle büyük barikatlar oluşturmaya çalıştı. Fakat bu saldırıyı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de durduramadı.
2000’ler sonrasındaysa Tekel gibi anlamlı direnişlerle iç içe geçen daha sancılı bir süreç yaşadı. İdeolojik-siyasal olarak gerici bir hegemonyanın hedefi haline de geldi. Devrimci-ilerici güçlerin yaşadığı gerilemeyle de iç içe geçen bu süreçte saldırılar dizginsizleşti. Kazanılmış hakları gasbedildi, nerdeyse tümden örgütsüzleştirildi, en büyük işçi örgütlenmeleri olan sendikalar sistem tarafından daha bir özümsendi. İşçi sınıfı edilgenleştikçe sendikalar cephesinden yaşanan çözülme çürümeye dönüştü.
Gelinen noktada bu çürüme, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin’in söylediğine göre asgari ücrete 8 binin üzerinde artış yapılmamasının söylenmesine kadar vardırılmış. Çünkü bu durumda kendileri toplu sözleşmelerde zorlanırmış, fonksiyonları kalmazmış! Sanki şu anda sendika olarak fonksiyonları varmış gibi!..
Bilgin’in bu ifşaatı işçilerin sendikalara olan güvensizliğini büsbütün derinleştirmek için yaptığı aşikar. Zaten hedefleri de asgari ücreti bütün işçiler için geçim ücreti haline getirmek değil mi? İşçileri “sendikalı da olsan sendikasız da farketmez aynı ücreti alacaksın” noktasına sürüklemek gibi bir muratları yok mu, var. İşin bu yanı bir tarafa Bilgin’in bu denli ciddi bir ifşada bulunmasına karşı biri de kalkıp dişe dokunur bir açıklama yapmadı, yapamadı. “Sükût ikrardan gelir” dercesine…
Asgari ücret gibi kritik bir konuda basın açıklamaları ya da “imza atmayız” demekle işin içinden sıyrılan sendika bürokrasisine bu işin o kadar da kolay olmadığını hatırlatmak işçilerin elinde. “Asgari ücret sürecini grev ve toplu sözleşme düzenine kavuşturmak gerekir” demekle ruhunu kurtaran sendikacılara o şalteri indirme çağrısı yaptıracak yegâne güç de işçilerdir.
Alabildiğine örgütsüzleştirilip şekilsizleştirilse de gerici ideolojik hegemonyayla zincirlense de sadece son yıllardaki fiili mücadeleler, örgütlenme yönelimi bile bu günlerin de o kadar uzak olmadığını gösteriyor. Mesele işçi sınıfının bağrında birikmiş direniş kültürünü ve onu harekete geçiren dinamikleri güçlendirecek bir eksende buluşturabilmekte.
Bu başarıldığında egemenlerin temsilcileri kalkıp Kürt halkına sıkılan “kurşunun fiyatını biliyor musunuz?” diye soramayacak, açlık ücretinin kabullenilmesini “sırtımızda yumurta küfesi var” diyerek buyuramayacaktır! Türk-İş Başkanı asgari ücret görüşmelerine “açlık sınırı kırmızı çizgimizdir” diye oturma cesareti bulamayacak, dahası sendikaların tepesine çöreklenen bu sınıf düşmanları gerçek kimlikleriyle ait oldukları yere gönderilecektir.