Artık bu “Kürt sorunu” denilen gerçekte bir “Kürt” sorunu mu yoksa bir “Türk” sorunu mu tartışmalı mevzuuyu kapatmanın zamanıdır diye düşünüyorum. “Zamanıdır” dememin asıl nedeni Türkiye’yi yönetenlerin bir zamandan beri uyguladıkları iç ve dış politikalar dünya konjonktürü içinde Türkiye’yi diğer ülkelerden ayrıştırmakta ve ülke yönetimini içinden çıkılması zor bir yola sokmakta. Bir başka deyişle Türkiye toplumunun dip akıntılarında oluşan dalgalar artık su yüzüne çıkmayı ve yatıştırılmayı beklemekte.
Tabii ki bir süre daha bu dalgaları görmemeyi seçebiliriz. Hatta bu dalgaların kendi dinamiklerini yok sayıp, onları güçle, baskıyla önlemeye devam etmeyi de düşünebiliriz. Ama bilinsin ki ne doğa ve ne de toplum hayatı daha fazla bu yaklaşımı kabul edemez ve ne doğa ve ne de toplum varlığını böyle sürdüremez. Bu dalgaların en önemlilerinden biri ise kuşkusuz “Kürt sorunudur” ve neredeyse bütün diğer sorunların da anahtarıdır. Dolaysıyla Kürt sorununu çözememiş bir Türkiye’nin sağlıklı bir toplum olması da mümkün değildir.
Son günlerde iktidar tarafından Kürt sorununa yönelik bazı adımların atılma olasılığı giderek artıyor. Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasıyla ilgili başlayan açlık grevlerinin yayılması ve grevciler içinden bazılarının ölüm oruçlarına yatması bu gelişmelerde önemli bir rol oynadı kuşkusuz. Kimileri bu girişimleri İstanbul seçimi bağlamında yorumlamayı tercih etse de bence bu adımların arkasında yukarıda sözünü ettiğim gibi toplumun yönetilmesiyle ilgili bütün politikaların iflasının yattığını söylemek daha doğru. Bu nedenle de Kürt sorununun anahtar rolünün-gerek bu sorunu kendine dert edinmiş HDP’nin doğru politikaları ile gerekse de Suriye’de içine girilmiş durumun dayatmasıylagiderek kabul gören bir durum olduğu açık.
Dolayısıyla, Türk yönetici elitinin önündeki ikilem şu: ya kuruluşundan beri bu Cumhuriyetin etnik ve inanç bakımından homojen olmayan bir toplum olduğunu kabul edecek ve başta “Kürtler” olmak üzere farklılıkların birlikte yaşaması için demokratik bir düzen kuracak; ya da bu toplumun yalnızca etnik olarak “Türk” olan homojen bir ulus olduğu konusunda ısrar edecek ve toplumda “Türk” olmayanların kimlik taleplerini güçle, baskıyla kontrol edecek despotik bir düzen kuracak. Üçüncü bir olasılık ise bu iki ucun ortasında bir yerlerde istikrarsız ve kaotik bir düzene razı olacak.
İçinde bulunduğumuz durum, ikinci seçenek üzerinden yürüyerek vardığımız despotik, istikrarsız ve kaotik bir durumdur ve yukarıda da ifade ettiğim gibi artık sürdürülmesi de imkansızdır. Bu nedenle de aklı başında yöneticilerin önümüzdeki günlerde bu sürdürülemez durumu iyi değerlendirmeleri ve yarım kalmış “çözüm süreci”ni yeniden gündeme getirmeleri gerekiyor.
Unutulmasın ki demokrasi, hele hele katılımcı ve kapsayıcı bir demokrasi bir toplumun ayrışması ve birbirinden kopmasını değil aksine farklılıklarla birlikte yaşamasını sağlayacak güçlü bir harçtır. Türkiye’nin önündeki gündem bu gündemdir ve Türkiye bu gündemin gereğini yaparsa, dünyaya da örnek olacak “büyük” bir iş yapmış olacaktır.