Küresel iktidarın oltasındaki yem hep aynıdır. Oltayı yüz yılda bir, yeni bir balık takılır umudu ile halkların okyanusuna sallarlar. İktidarın tahrik eden zehirli iğnesini yiyen muhafazakârlar bir an önce ayılmazlarsa korkarım yeni yüzyılın kurbanları olmak durumunda kalacaklardır
Ziya Güler
Yeni bir çağa gireli henüz yirmi dört yıl oldu. Çağın nitelik tanımı elbette rakamlar olmamalı ama gelinen aşamada niceliğin nitelikle yürüdüğü bir dönemi yaşıyoruz. 21. yüzyılda sadece rakamlar değişmedi, aynı zamanda sosyal, ekonomik, iletişim alanlarında da birçok değişim gerçekleşti. Dünya halklarının beş bin yılda biriktirdiği tüm emekler, kapitalist sistemin kâr amaçlı iktidar ve ilerlemeci hırsları ile birleşince, her alanda adeta patlamalar yaşandı. Özellikle teknolojideki gelişmeler çok hızlı oldu ve beraberinde yeni değişimlerde getirdi. Devletler, değişen toplumsal yapıya göre yeni suçlar icat etti ve buna göre yasal düzenlemeler yaptı. Devlet ile birey arasındaki ilişkiler hukuki “güvenceye” alındı. Anayasal düzenlemeler ile devletlerin ideolojik kimliği sağlandı. Suç ve ceza dinin tekelinden alınarak devlet tekeline teslim edildi. Devlette adaletin sağlanması ve yeniden monarşiye dönülmemesinin önlemi olarak kuvvetler ayrılığı hükmü getirildi. İnsan hakları alanlarında da bazı önemli adımlar atıldı ama bu savaş hiç bitmedi ve hala da devam ediyor. Toplum için daha önceki cepheler din ya da monarşilerdi (aslında ikisinin birleşmesiydi), şimdi bunun yerini devletler aldı. Bir ahtapot gibi tüm toplumu demir kafese sürükleyen sistem, devleti sevdirmek için bazı semboller ya da ırka dayalı devletler kurdular, fakat gelinen aşamada halk artık bunu da kabul etmiyor. Yani kutsallıklar yenilirken insanlık ahlak ve politika çatısı altında kendini var etmenin savaşını veriyor.
18-19 ve 20. yüzyılların proje sahipleri kendi modernitelerini bilimsel yöntemler ile yapılandırmaya çalışırken, kendisi dışında kalan halkları farklı kutsallıklar adı altında oynatmaya çalıştılar. Kendileri için seçtikleri yöntem olan “bilim ile toplumu oluşturmak” projesi ahlaki çöküntüler yarata dursun, sembollere tapma görevi verdiği diğer halklar sahte kutsallıkların hipnotize savaşçıları olmayı sürdürüyorlar. Bazen kulaklarına gelen hakikat sesleri ile uyuşuk hallerinden sıyrılan aslan gibi pençelerini gösterseler de pençeyi nereye atacağını bilmedikleri için tırnaklarını geri çekiyorlar. Özellikle de Ortadoğu halkları, biriken öfkelerini dışa vurmak için her yolu denemekte ancak, batı ülkelerinin silah ve “kültür” üstünlüğü onları ya sindirmekte ya da komşusuna kızamayan babanın çocuğuna bağırması gibi öfkelerini kendilerine doğrultmakla kalıyorlar. Göz korkusunun diğer bir nedeni ise kimin onları bu duruma getirdiğini tam anlayamamalarından kaynaklanıyor. Bu konuda en fazla kafa karışıklığı yaşayan da Türkiye’deki sol, demokrat ve muhafazakâr kesimlerdir. Kısaca Kürtler hariç tüm kesimlerdir diyebiliriz.
Kafa karışıklığı yaşayan ve hakikati tek mumla görmeye çalışan bu kesimler aslında günümüzde halk devrimlerinin önündeki engelleri görmeyen kesimlerdir. Marksist ideolojiyi kendi evrensel görüşlerine göre yorumlayan sol partileri bir çatı altında toplayan en genel görüş, özetle, ekonomik gelirdeki adaletsizlik, insan haklarında evrensel beyannamelerin uygulanması olarak ele alınabilir. Bazı sol partiler bu çerçeveye, halkların kendi kendilerini yönetme hakkı, ekolojik kırım ve kısmen de olsa kadın hakları başlıklarını eklemiş durumdalar. Bu başlıklara farklı yöntemler ile ulaşılmayı hedefleseler de öz olan demokratik çerçeve korunuyor. Kendilerini sol akım içinde değerlendiren bazı ulusalcı çevreler bireysel özgürlükleri ön plana çıkardıkları için daha çok liberal demokratlar olarak değerlendirebilir. Bunlardan ufak bir kısmı ise nasyonal sosyalizme kayıyor. Bu sonuncu kesimin düşünce yapısı ırkçı olarak ele alınıyor. Bunlar dışında olan sol kesimin demokratik yaklaşımları bir nehirde buluşma imkânı bulabiliyor.
Sosyal demokratlar olarak adlandırılan kesimin Kürt sorunu dışında demokrasi anlayışı liberal basamaklarda takılıyor. Onlar için varsa yoksa “kimsenin yaşam hakkına dokunmaya hakkınız yok” propagandasıdır. Tabii bu da bir şeydir. Neticede bireysel özgürlük önemlidir. Ancak paradigma oluşmadan oluşturulacak bireysel özgürlükler rotasız hazır gelişimdir. Belki ilerde düzelirler umudu ile onlar da haklarını savunmalıdır diyelim.
Başına ne geldiğini bilmeyen ve öfkesini diğer kesimlerden almaya çalışan muhafazakârlar, ellerine geçen iktidar aygıtı ile tüm dünyayı kendileri gibi yapacaklarına inanıyorlar. Onlara göre bu yolun zor kısmı aşılmış, şimdi sıra kurumsallaşmaya gelmiştir. Bu yaklaşımları ile cumhuriyetin kurulma aşamasında herkesi Türk yapacaklarını zanneden kesimden bir farkları yok. Küresel iktidarın oltasındaki yem hep aynıdır. Oltayı yüz yılda bir, yeni bir balık takılır umudu ile halkların okyanusuna sallarlar. İktidarın tahrik eden zehirli iğnesini yiyen muhafazakârlar bir an önce ayılmazlarsa korkarım yeni yüzyılın kurbanları olmak durumunda kalacaklardır.
Türkiye’deki en aydın ve başına ne getirildiğini en iyi anlayan, hatta kimler tarafından ve nasıl oyunlar ile oyalandığını tek anlayan Kürt halkı oldu. Kürt halkı direnişinin ilk yıllarında ulusal sorunlarını dile getirse de giderek dünya sistemini çözer hale geldiler. Sistemi çözmekle kalmadılar, alternatif sistem de geliştirdiler. Toplumsal var olmanın sürdürülebilirliği için tüm felsefi düşünceler masaya yatırılarak yeni bir paradigma oluşturdular. İçinde kadın özgürlüğü, ekolojik toplum, birey toplum ilişkisi, demokratik kültür ve kültürel oluşumlar gibi temel sosyolojik sorunlara yeni bir bakış açısı getirdiler. Oluşturulan çatının altına kendi toplumsallığını oluşturmak isteyen her kesim, grup ya da halk üç ana başlığa dokunmamak kaydı ile girebiliyor. Üç başlık demokrasi, kadın özgürlüğü ve ekoloji olarak belirleniyor. Paradigma evrensellik boyutu kazandığı için bir halkın sadece kendisine ait görebileceği bir anlayıştan oldukça uzaklaşmış durumda. Yani evrensel yeni bir çatımız var. Ve bu çatı sadece Kürtleri değil sol kesimi, demokratları, hatta muhafazakarları ilgilendiriyor. Eski sistemin sahipleri olan İngiltere, ABD, Fransa, Almanya gibi ülkeler Ortadoğu’ya yeni projeler dayatırken halklar, gruplar, partiler, bireyler yeni bir sistemin savaşını vermek zorundalar. Bu sistem, hepsinin sorunsuz bir arada yaşayabileceği bin renkli bir mozaik olarak tasarlanmış. Tarihte bir örneği daha olmayan demokratik örgütlenme tarzı ile hak-hukuk alanında tam bir şeffaflık içeren paradigma aynı zamanda bir yaşam perspektifidir. Kendisini dayatmadığı sürece her kimliği güvence altına alan ahlaki ve politik bir yapılanmadır. Bugünün Türkiye’sinde birçok kesimin istediği ama formüle edemediği siyasal sistemin tam da kendisidir. Bunu Kürtlerin dile getirmesine kızan son iki yüzyılın proje artıkları konuyu hala anlamamış olabilir ama bu onların da savaşı.
Tam da bu noktada sistemin gösterdiği kırmızı bezlerle savaşmak yerine hep beraber direnerek kazanabilmenin tarihi kapısı aralandı. Kapı sadece Kürt sorunu için değil demokratik bir Türkiye’nin imkanını sağlayabilir.
Kapitalist sistemin sosyoloji laboratuvarlarında oluşturulan ve biz Ortadoğululara zorla dayatılan sistem bugün adeta sancı çekiyor. İsrail’in öncülüğünü yaptığı çıban patlatma operasyonu Ortadoğu’da yeni bir sistem arayışını beraberinde getirmiştir. Hiç şüphe yok ki Ortadoğu eskisi gibi olmayacaktır. Bu bağlamda biz demokrasi isteyen halklar, bize dayatılan mezhepçilik, milliyetçilik, dincilik gibi kapitalist sistemin cahil kesime sunar gibi sunduğu anlayışları bir kenara iterek ve iki yüz yıllık biriken ve bize ait olmayan öfkelerimizi, kinlerimizi elimizin tersi ile iterek, yeni oluşturulacak sistemin bize rağmen oluşturulmasına izin vermemeliyiz. Biz Türkiyeliler tüm Ortadoğu’ya model olacak bir sistemi yaratabilir ve tüm halklarımızın acısına son verebiliriz. Ortadoğu’nun moment noktası durumundaki ülkemizin geleceğini kurtarmak için kolları sıvayabilir, yeni bir Ortadoğu’nun oluşumuna buradan başlayabiliriz.
Buradan başlamalıyız
Türkiye’de konu değişim dönüşüm olunca batının oltasına takılan kesimlerin ilk attığı çığlık “bölünüyoruz” safsatasıdır. Bu konuda en çok hedef gösterilen Kürt Özgürlük Hareketi sorunun bölünme değil demokrasi sorunu olduğunu yirmi yılı aşkın bir süredir dile getiriyor. Buna rağmen kökü dışarda olan İngiliz uşakları demokrasi ve beraber yaşama istemini bilerek çarpıtıyor. Çok iyi biliyorlar ki bu ülke demokratikleşirse onların kıymeti düşecek ve hatta vatan hainliği ile suçlanacaklardır. Dikkat edilirse milliyetçilik adı altında kendini var etmeye çalışan kesimlerin hemen hepsi Türk olmadığı gibi Türk’e Türkçülüğü dayatan piyasa kurnazlarıdırlar. Bu emek hırsızlarını tekrar diriltmemek üzere vatanlarına göndermek ve uşaklığını yaptıkları sisteme teslim etmek hepimizin tarihi görevi olmak durumundadır. Bu konuda tek güvenceleri olan ve Türkiye halklarına öcü gösterir gibi göstermeye çalıştıkları Kürt sorununu hep beraber çözerek bu ülkede yaşayan tüm kimlik sahibi kesimleri de demokrasi çatısı altında birleştirebiliriz. Bu bağlamda;
Türkiye gündemi son bir aydır Kürt sorunu ile yeni bir döneme kapı araladı. Tabi kapılar sonuna kadar açık değil. Hatta Bahçeli’nin üslubu, hükümetin operasyonları, her gün atanan kayyumlar, bu kapının açılırken çok cızırtı çıkaracağı anlamına da geliyor. Kürt sorunu gibi yüz yıllık bir sorunun ön hazırlığı bile ciddi bir zaman ister. Tüm bu hazırlıklar yapılırken bazı önemli adımlar olmazsa olmazdır. Tecridin kalkması, Abdullah Öcalan’ın çalışma koşullarının oluşturulması, hasta tutsakların serbest bırakılması gibi acil adımlar sürece dahil değil sürece giden yolun açılmasıdır. Bir süreç olacaksa bu zaten başlı başına bir politik mücadele sürecidir.
Birçok kesim tarafından sorunun adı Kürt sorunu olarak belirlenir. Evet en büyük sorun elbette Kürt sorunudur. Fakat bu sorunun altında yatan ve Abdullah Öcalan tarafından ortaya konulan onlarca başlık var. Ve bu başlıklar tüm Türkiye demokratlarını ilgilendiriyor. Yani kimse kusura bakmasın, her beş yılda bir yeni bir anayasa yapılmayacağına göre bu anayasa her kesimin önündeki yüz yılını ilgilendiriyor.
Her an yeni bir operasyon korkusu yaşayan ve iktidardan arındırılmış cemaat ve tarikatların sorunu demokratik ulus çatısı altında çözülebilir. İktidarın güdümünde hareket eden işçi sendikaları ancak demokratik ulus çatısı altında özgür bir örgütlülüğü sağlayabilir. Bu savaş, kapitalist sistemin kıskacında can çekişen ve anlamsızlığa sürüklenen tüm gençlerin, kadınların anne ve babaların savaşıdır.
Kimlik savaşı veren, ekonomide gelir adaletsizliğini ön plana çıkaran, kadın ve çocuk ölümüne dur demek isteyen, ekolojik kırıma dur demek isteyen, demokratik ve adalete dayalı bir sistemden yana olan, herkesin kendi kimliğini sorunsuz yaşamasını isteyen, aydın, demokrat, yazar, düşünür, emekçi her kesimin politik var olma savaşıdır.
Bu savaş, iş çıkışı kendi posasını otobüs kuyruğunda ayakta tutmaya çalışan ve otobüste oturacak yer arayan yorgun ve umutsuz işçinin savaşıdır. Çocuğunu marketlerden, reyonlardan gizleyerek eve götürmeye çalışan annenin savaşıdır. Dile getirdiği her düşünceden sonra suç ve ceza kitapçıklarını kurcalamak zorunda kalanların savaşıdır. Kendine oto sansür uygulayan çocuğun, kadının, bireyin, gazetecinin, yazarın, çizerin savaşıdır. Savaş politik bir savaştır ve sadece Kürtleri ilgilendirmiyor. Bu senin de savaşındır.