Zehra Çelenk, son öykü kitabı ‘Hayatta Kalma Rehberi’nde yaşama uğraşısının göz gözü görmez kargaşası içinden insanlık durumlarının incelikli ve sahici hallerini bulup çıkarıyor. Çelenk, kadınlara yüzyılların mücadelesiyle elde ettiği kazanımların diyetinin ödetildiğini de söylüyor
Özlem Ergun*
Yazar-senarist Zehra Çelenk’in son öykü kitabı ‘Hayatta Kalma Rehberi’ raflardaki yerini aldı. Toplumsal ve kişisel varoluşlarımız açısından ismiyle müsemma kitabın öykülerinin her biri, yaşama uğraşısının göz gözü görmez cangılı içinden insanlık durumlarının incelikli ve sahici hallerini bulup çıkarıyor. Zehra Çelenk, ‘Hayatta kalmak’ gibi ciddi bir iddia taşıyan ‘rehberin’ eşliğinde değişen dünyanın değişen ilişkilerini, kadınlık/erkeklik durumlarını, toplumsal olan ile kişisel olanın ortaklığını anlattı.
Kitabın ilk öyküsüyle başlayalım, Manzara Körlüğü… ‘Birbirimizin yüzüne baka baka görünmez hale geliyoruz. Alışkanlığın tutarlı kaplumbağası aşkın sabırsız tavşanını daima yeniyor’ diyor öykü karakteri Sevda. ‘Buradan çıkarsam nereye gideceğimi hiç bilmiyorum. Manzara çok güzel’ dediğinde de öykü tamamlanıyor. Alışkanlık dediğimiz şeyler bu kadar güçlü mü gerçekten? Kimi durumlarda güvenlik, statüko ve konfor anlamına da gelebilecek alışkanlıklar ne zaman sorun oluşturur?
Alışkanlıkların, her türünün, iki ucu var. Hayatımızı anlamlı bir bütün haline getiren, yaptıklarımızı yapmaya devam etmemizi kolaylaştıran dengeleyici gücü bir yanda. İçine bir gömülünce çıkmama eğilimi yaratan köreltici, törpüleyici kısmı öte yanda. İnsan, risk almaktan korkan bir canlı çünkü. Denenmiş, sınanmış ‘kötü’yü bile muhtemel ‘iyi’nin bilinmezine tercih edebiliyor. Konforsuzlukta da bir tür konfor yaratabiliyor alışkanlıklar zinciriyle. Tekinsizliğe, yıkıcılığa, kurban olmaya inanılmaz bir uyum kabiliyeti var. Siyasetten ikili ilişkilere değin her yerde gözleyebiliyoruz bu eğilimin sonuçlarını.
Kendimizin en aydınlık ve en karanlık yönlerini ilişkilerde keşfediyoruz, özellikle de her ilişkinin içindeki güç ilişkisinde. Bir yanıyla sonsuz bir savaş alanı ilişkiler. Hayatın ve ilişkilerin bu yanlarını sorgulamayı seviyorum, aramızdaki görünmez ipleri bunların oluşturduğunu düşünüyorum. Öykülerin de temel meselelerinden biri bu.
Kadın-erkek münasebetlerinin bir ucunda tükenmiş ya da aslında hiç olamamış ilişkileri süründürme inadıyla seyreden bir çeşit suç ortaklığı varsa diğer ucunda da hızla tüketilen, bir türlü durulamayan/kalınamayan yüzeysel ilişkilenme girişimleri var sanki. ‘Hayatta Kalma Rehberi’, ‘Kan Bağ’, ‘Tolga’yla Üçüncü Yemeğimizi Yediğimiz Yer’ gibi öykülerde bu temalar da işleniyor. Bu iki savrulma arasında bu işin bir başka mümkünü yok mu? Yine bir başka söyleşinizde hayatla birlikte ilişkilerin de paternlerinin değiştiğine dikkat çekiyorsunuz. O paternler nerelerde, nasıl kuruluyor?
Hayatta Kalma Rehberi, “baba”nın evden gidişiyle cebelleşen bir annekızın hikâyesi. Gidiş o kadar kesin ki, fotoğraflardan bile siliniyor adam. Sondaki üç distopik öykü dışında, gerçeklikle bu tür bir oyun oynayan bir öykü de oydu. Kan Bağı, birlikte olunamayan bir arzu nesnesinin gerçekte değer verilen bir başka kişinin gidişini engelleyememenin doğurduğu suçluluk duygusuyla bağını işliyor. Rüyaların dili var bu nedenle biraz o öyküde. Tolga’ya Üçüncü Yemeğimizi Yediğimiz Yer ise aldatılmayı, ayrılığı kabullenememe üzerine.
Günümüzde bildik ilişki formları çatırdıyor gerçekten, evliliklerin durumu, babaları, eşleri koyduğumuz yerin artık iyice kırılganlaşmış oluşu… İlişki çok zor sürdürülebilen bir şey halini aldı. Bunun çok fazla sebebi var. Belki hayatın öbür tür stresleri, yarın bir gün başımıza ne geleceğini hiç bilmediğimiz bir ülkede yaşamanın doğurduğu sürgit huzursuzluk hissinin gelgeç ilişkilerle ikame çabası da var.
‘Kendi sesimizi bulmak, kendimiz olmaya çalışmak’ gibi hasletler daha çok kadınların gündemiymiş gibi görünüyor. Erkekler böylesi arayışlardan azade midir? Yoksa onlar kendi en şahane hallerini çoktan buldu da haberimiz mi olmadı?
Yok bence hiç de azade değiller de bunun bilgisine sahip erkek görece az olabilir. Erkeklere çocukluklarından beri dünyaya bir değer olarak geldikleri bilgisi veriliyor. Kadınlarınsa hep daha fazla çabalaması gerekiyor. Bu nedenle kendini geliştirmeye yönelik faaliyetlerde de kadınları daha çok görürsünüz. Bu merak değerli, hatta yaşamsal. Aslında azımsanmayacak derecede erkek okurum da var benim, dünyaya dair umutlarımı arttırdı bu durum. Anlamaya, yol bulmaya, hayatla baş ederken kendinde bir şeyleri değiştirmeye niyetli erkekler de var.
Toplumsal alanlarda varlığı görece artan kadından beklentiler de her alanda artmış görünüyor. İş yaşamında olduğu gibi ikili ilişkilerde de ‘başarı’ talebi gibi… Buraların ‘başarısızlıklarını’ kadınlara yazma eğilimi yaygın sanki. Aslında tek bir kadın prototipi sunan ve kadınlara kendilerini ‘başkalarının gözünden tanımlamasını’ dayatan bu tuzaklarla baş etmek nasıl mümkün olabilir? ‘Başarı’ kavramının sorunları nedir?
Kadınların yüzyılların mücadelesiyle elde ettikleri kazanımların diyeti toplumda, ilişkilerde bir biçimde ödetiliyor adeta. İşte başarılı oldun, yetmez, aile de kuracaksın, çocuk da yapacaksın, hepsine en mükemmel biçimde yetişeceksin, bunu yaparken de 7/24 gülümseyeceksin. Yok ya.
İlişkiyi sürdürme, bağ kurma talebi daha çok kadınlardan geliyor gibi göründüğü için de ilişkisel başarı da kadına kilitlendi, evet.
Bu başarı algısında toptan sorun var, son derece sevimsiz. Sözgelimi çocuk yapmak bir başarı olarak görüldüğü için bu kadar proje çocuk var etrafımızda. Her an her konuda başarılı olmak zorunda da değiliz, cat woman falan değiliz. Kaldırabileceğimiz kadar karpuzu yüklenmekte yarar var. Bir de herhalde şu soruyu sormakta: Başta arzum neydi? Niye bu işe çaba harcadım ya da çocuğu ne için istedim? Sadece başarıya kilitlenmek anlamı yitirmemize yol açabilir.
Demin bahsettiğim “iç ses” toplum, devlet, aile büyükleri, arkadaşlarımız, hepsinin toplamı bir iç yargıç. Kendimizi sürekli başkalarının gözüyle görmenin getirdiği dayatmalardan kurtulmak için içimize çiple yerleştirilmiş gibi duran “iç ses”le baş etmenin yolunu bulmamız gerekiyor bence işte.
*Bu söyleşi Gazete Karınca’dan alınmıştır.