Hükümet yetkilileri neredeyse gün aşırı, ekranlarda ekonomik krizin bittiğini ve ekonominin durumunun oldukça iyi olduğunu anlatıyor. Kuşkusuz bu çabalarda önde olan kişi Maliye Bakanı. Yaptığı her konuşma esnasında medyanın son 3 yılda geldiği durum düşünüldüğünde normal karşılanacak bir şekilde tüm televizyon kanalları canlı yayına geçiyor. Neredeyse her seferinde de senaryo aynı. Arkasında slaytlarla şu kalemde durumumuz iyi, şu konudaki müdahalelerimiz müthiş sonuçlar doğuracak diyor. Hakkını vermek gerekirse sunumları iyi, dersine iyi çalışmış. Fakat bir türlü şu noktayı açıklığa kavuşturamıyor, kriz bittiyse her şey iyiyse niye bu kadar işsiz var, niye alt sınıfların alım gücü her gün düşüyor, dahası ekonomik problemler neredeyse her gün niye yeni trajediler doğuruyor.
Ortada derin bir çelişki var. Somut gerçekler başka bir şey söylerken Maliye bakanı iktisat kitaplarından bulunmuş ne anlama geldiği muğlak kavramlarla olumlu veriler aktarıyor. O verilerin nasıl oluşturulduğu, rakamlarla nasıl oynandığı da belli aslında. Çünkü uluslararası kuruluşların bu verilerle ilgili yaptığı tespitler bir yana somut hayat bunu yalanlıyor. Bu çelişki asgari ücretle ilgili yürütülen tartışmalarda bir kez daha açığa çıktı. Hükümet emekçi sendikaların törpülenmiş önerisine dahi yaklaşmadı. Öyle ya madem ekonomide her şey iyiye gidiyor, neden asgari ücrette kısmi sayılabilecek bir artış bile sağlanmıyor.
Bu hükümetin anti demokratik, savaş endeksli politikalarının ülkenin sorunlarını çözmeyeceği çok açık ama daha açık olan ekonominin bu şekilde krizden çıkamayacağı. Fakat esas sorun bu görünür durumu karşın özellikle emekçilerin buna karşı aktif mücadele edemiyor olmasıdır. Kuşkusuz iktidar kendisine muhalif tüm odakları kriminalize edip, onlara polisiye yöntemlerle yöneliyor. Demokratik atmosferin asgari ölçütleri bile aşınmış durumda. Demokratik siyasete yönelik siyasi operasyonlar neredeyse rutinleşti. Bu durum toplumsal muhalefetin ve onun önemli bir bileşeni olan emekçilerin mücadelesi önünde ciddi bir engel oluyor bu doğru ama işaret etmek istediğimiz daha genel bir problem.
Bilindiği üzere iktidar bloğu yerel seçimleri büyük şehirler zemininde kaybetti, kaybetmekle kalmadı tekrarlattığı İstanbul seçimiyle yenilgiyi hezimete dönüştürdü. Halkın çoğundan onay alamaz durumdayken Kürt karşıtlığı ile kayyumlarla başlayan bir hamle yaptı. Bu, dünyadaki tecrit durumunu artıran Rojava’ya yönelik saldırıyla devam etti. Kısır döngüye şovenizmi artırarak kaybolan kitle desteğini kazanmak için girdiği tahmin edilmeyen bir durum değildi. Nitekim bu sayede meclisteki HDP dışındaki muhalefeti kendi hizasına çekti. Sonuç olarak şovenist politikaların iktidarını sürdürmesi için hükümete zaman kazandırdığı ortadadır. Milliyetçi duyguların geniş emekçi kitleleri etkilediği inkâr edilmez bir durumdur.
Peki, bu durum nasıl oluyor? Türk halkı özelde ise emekçiler neden her geçen gün durumlarını daha da kötüleştiren politikalara milliyetçi duygular nedeniyle en azından görmezden gelebiliyor, ciddi bir refleks geliştirmiyor? Bunun öncellikle demokrasi güçlerinin sorunu olduğu açıktır. Demokrasi güçleri geniş kitleleri örgütlemede ve bunun için de demokrasi bilincini geliştirme gibi temel görevlerini layıkıyla yerine getiremiyorlar. Siyasi partilerden, demokrat sendikalara kadar tüm kurumların bu problemi her geçen gün daha can alıcı haline geliyor. İktidarın sınırsızca kullandığı zor aygıtları ilk neden olsa bile demokrasi mücadelesinin öznelerinin kendilerinde özgürlük ve demokrasi bilincini tam olarak yerleştirmemiş olmaları da belirleyici bir etkendir. Çünkü demokrasinin bilincinin geniş kitleler için ne denli yakıcı olduğu hissedilse ve başta bu kurumların kendisi bu zihinsel dönüşümü yapsa çok yaratıcı yöntemlerle bunu topluma da aktarabilirlerdi. Bu durumda toplum devletin değil, demokrasi güçlerinin sözlerine kulak kabartırdı.
Emekçiler ise yazının başında verdiğimiz örnekte olduğu gibi her cepheden sürekli dezenformasyona tabi tutuluyorlar. İktidar zihinleri perdelemek için her aygıta başvuruyor. Gerçeklik ile hayal birbirine karışıyor. Bir dünyaya kafa tutan devlet olunuyor, bir herkesin ortak çalışmak istediği ülke. Kadri mutlak her şeye hâkim devlet imajı çizilirken dört bir yanı düşmanlarla dolu varlık yokluk savaşı veren ülke vurgusu hiç eksiltilmiyor. Kürt bir yandan “kardeş” olurken öte yandan kime oy vereceğini bile bilmeyen uslanmaz “hain” olabiliyor. Fonda her zaman garip bir geçmiş güzellemesi olarak “Mehter Marşı” çalıyor.
Tek yanlı bilgi bombardımanına tutulan kitleler ayın sonunda kirayı nasıl vereceğini bilmezken büyük bir millete üye olduğu gururuyla yetinebiliyor. Emekçilerin büyük bir kısmı ülkenin her yanı alarm veren atmosferine en iyi ihtimalle “böyle gelmiş böyle gider” sinikliğiyle bakıyor ya da sessizce kafa sallıyor. Oysa esasta bu atmosferi değiştirecek en önemli güç Kürt halkı ile beraber onlardır. Problem bu potansiyel gücün açığa çıkmasıdır.