Medya ombudsmanı deneyimli gazeteci Faruk Bildirici ile medyanın bir yıllık halini konuştuk
Hüseyin Kalkan
Faruk Bildirici, uzun yıllar gazetecilik yaptıktan ve birçok kitaba ve habere imza attıktan sonra 19 Nisan 2010 tarihinde Hürriyet gazetesinin Okur Temsilciliği (ombudsman) görevini üstlendi. 3 Mart 2019’da ise Hürriyet gazetesindeki görevine son verildi. Çünkü Bildirici’nin yaklaşımları ve okurlara verdiği yanıtlar yeni patronların hoşuna gitmiyordu. Ancak bu Bildirici’yi yıldırmadı. Kendi haber sayfasında okur temsilcisi olmayı sürdürüyor. Bildirici ile yaygın medyanın halini, geleceğe dair umutları ve medyanın bir yılını konuştuk.
Sayın Bildirici şöyle başlamak istiyorum: 2020 yılı Türkiye’de basın özgürlüğü açısından nasıl bir yıl oldu?
Daha karanlık bir yıl oldu diyebilirim. Her ne kadar geçtiğimiz yıllarda da basına baskılar konusunda sorunları olduysa da bu yılın daha zor geçtiğini söyleyebilirim.
Neden öyle söylüyorsunuz?
Geçtiğimiz yıllarda hem Cumhurbaşkanlığı İletişim Dair Başkanlığı’nın, hem Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK), hem Basın İlan Kurumu’nun ve tabii sulh ceza hakimliklerinin bu denli ortaklaşa bir saldırısı yoktu alternatif medyaya. Bu yıl sanki topluca, bir plan dahilinde, bir strateji dahilinde ortak saldırıya geçtiler. Basın İlan Kurumu bir yanda resmi ilan vermeme cezaları keserken bir yanda sulh ceza hakimlikleri binlerce siteye erişim engelleri getirdi. Bir yanda da RTÜK yayın kesme cezaları yağdırdı. Bununla da kalınmadı, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere siyasi iktidar sözcüleri sürekli alternatif medyayı hedef alan açıklamalarda bulundular. Bu da yetmedi sosyal medya kuruluşlarını kapatacak, hatta büyük sosyal medya platformlarını kapatacak yasal değişiklik getirdiler. Eğer bir değişiklik olmazsa YouTube Türkiye’de yasal temsilci açmaya karar verdi. Onun dışında Twitter, Facebook, Instagram gibi sosyal medya platformları kapanabilir. Böyle bir riskle karşı karşıyayız. Bu nedenle 2020 yılının basın özgürlüğü bakımından kötü bir yıl olduğunu söylüyorum. Bunları Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Medya sesimiz, nefesimiz olamıyor’ sözü ile birleştirirsek daha anlamlı olur.
Gelecek için bir umut var mı?
Ben 2021 yılında bir ışık görüyorum. Siyasi iktidar her ne kadar medyanın yüzde 90-95’ini kontrol altına almış olsa da mülkiyet yapısını değiştirmiş, kendine yakın iş insanlarını aktarsa da yine de giderek alternatif mecralarda iktidara karşı eleştirel bir tutum sergileyen medya kuruluşlarının gücü, izlenirliği, okunurluğu arttı. Bu da bana gelecek açısından umut veriyor. Umut veren sadece alternatif medya kuruluşlarının yayınları değil, umut veren bir başka gelişme de yaygın medyada kendine yer bulamayan arkadaşlarımızın sosyal medyada kendilerine bir mecra yaratmaları, halka haber ulaştırmak için çaba göstermeleri.
Biraz önce söylediğiniz, yaygın medyanın büyük bölümünün iktidara yakın bir holdinge ait olması basın özgürlüğü açısından sakıncasını biraz daha açar mısınız?
Birincisi, siyasi iktidar bütün eleştirilere kendini kapatmış oldu. Gazeteciliğin temel görevi kamunun bekçiliğini yapmaktır. Ülkeyi yönetenleri gözetlemek, denetlemek, eleştirmek ve eksiklikleri ortaya çıkarmaktır. Medyayı bu şekilde kontrol altına alarak, kendisine yakın iş insanlarına devrederek siyasi iktidar bunun yolunu kapattı. Şu anda medya kamu bekçiliğini yapamıyor, asli görevini yerine getiremiyor. Hani diyoruz ya gazetecilik sessizlerin sesidir, mağdurların sesidir, haksızlıklara itiraz eder. Şu anda medya sessizlerin sesi değil, öyle bir işlev görmüyor. İktidarın sesi. İktidarın sesi olunca da ortaya çıkan şey ifade özgürlüğünün kullanılmasından çok, siyasi iktidarın propagandasını gerçekleştiriyor, onun propaganda bülteni haline geliyor.
İkincisi, bence daha önemlisi olup bitenlerin insanlara iletilmesini önlemek, insanların bilmesini önlemek. Propaganda bültenlerinden öyle bir gürültü çıkıyor ki insanlar olup bitenleri öğrenemiyorlar.
Onun için söylüyorum; toplumun çıkarını gözeten, kamu yararını önüne koyan bir medya olmak yerine siyasi iktidar başta olmak üzere güç odaklarının sesi olan bir medya ile karşı karşıyayız. Bu da tabii ki gazetecilik adına son derece üzücü bir durum.
Bir bakanın istifasını bile saatlerce veremediler.
Evet, 27 saat haberi vermediler. Eskiden siyasi iktidar yaygın medyaya ‘Şunu haber yapmasınız’ diye ricalarda bulunurdu. Ya da ‘Şu tarafını görmeseniz’ ricalarında bulunurdu. Şimdi artık oraları geçtik. Şimdi artık şu haberi şu sayfaya koyun, şu haberi büyütün, şu haberi yazmayın gibi telkinlerle karşı karşıya yaygın medya. Hatta öyle bir hale geldi ki -geçenlerde bunu yazmıştım da- yaygın medya bazı kritik konuları özellikle kendi muhabirleri izlemiş olsa bile Anadolu Ajansı’ndan (AA) almayı tercih ediyor.
Neden? Çünkü AA haberleri doğrudan Saray’ın, İletişim Başkanlığı’nın denetiminden geçmiş haberler. Böylece kazara da olsa fazla bir cümle olmuyor. Cumhurbaşkanı konuşma metinleri çoğunlukla Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı sayfasında yayınlanıyor, oradan alınıyor zaten. Düşünebiliyor musunuz böyle bir yöntem kullanıyorlar. Berat Albayrak’ın istifası yaşandığında da oradan onay beklediler, haber beklediler yazmak için. Ne zamanki tamam artık haber verebilirsiniz dediler, öyle verdiler haberi. Ama doğrusu bu şaşırtmıyor. Uludere’de savaş uçaklarının insanları bombalamasını önce sosyal medya verdi. Örnekleri çoğaltabilirim, sadece Berat Albayrak olayı değil. Onaylanmış haberler, onaylanmış biçimde yayınlanıyor. O nedenle diyorum bunlar propaganda bülteni, başka bir şey değil.
Halk biliyordu Albayrak’ın istifasını, bir şekilde öğrenmişti ama televizyonlar söylemiyordu.
Sosyal medyadan öğrendiler. Kendisi zaten sosyal medyada açıkladı. İkincisi de biraz önce sözünü ettiğimiz eleştirel medya haberi verdi zaten, oradan öğrendiler. Kendinizi bir AKP’li kabul edin ‘Bizim bakan neden istifa etti kardeşim’ diye merak etmez misiniz?
Aslına bakarsanız gazeteciliğin eksikliği o 27 saatte değildi. Gazetecilik olsaydı zaten biz neler olduğunu daha önce bilirdik; bir problem olduğunu, bir problemin gelmekte olduğunu. Yaygın medya bırakın problemin gelmekte olduğunu problem geldikten sonra bile haber veremedi. Şimdi problem bitti, Berat Albayrak dışlandı. Neden dışlandı? Orada ne yaşandı biz hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Evet birtakım söylentiler var ama, hâlâ tam olarak bilmiyoruz.
Başka bir konuya geçmek istiyorum. Geçtiğimiz günlerde Van Çatak’ta iki yurttaşın helikopterden atıldığını haber yaptıkları için 4 gazeteci tutuklandı. Çünkü devletin onayladığı gazeteci değillerdi. Yani sarı basın kartları yoktu. Ayşegül Doğan Davası’nda da aynı şeyler yaşandı.
Evet, Ayşegül Doğan olayında da öyle. Sadece o değil, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, İsmail Dükel ve Müyesser Yıldız davalarında da öyle. Ya da Kemal Kurkut davasında da öyle. Bu tür davalarda devletin çıkarı vatandaşın insan hakkından, basın ve ifade özgürlüğünden, gazetecilik faaliyetinden daha önde geliyor. Bu olayda o gencin üstünün çıplak olduğu, arkasının dönük olduğu belli buna rağmen polis vuruyor ve beraat edebiliyor. Ama o fotoğrafları çeken gazeteci yargılanıyor. Ya da Ayşegül Doğan’ın davasında editörü ile bir konuşması bile suç haline getiriliyor. Müyesser Yıldız davasında Libya’da bir MİT görevlisinin ölümü ile ilgili bir haber tamamen casusluk olarak değerlendiriliyor. Enis Berberoğlu davasında Anayasa Mahkemesi’nin kararını uygulamayan bir yerel mahkeme söz konusu olabiliyor. Böyle bir süreçten geçiyoruz. Yasanın, hukukun bir anlamının kalmadığı bir süreçte geçiyoruz. Pandemi sürecinde çok sayıda gazeteci arkadaş gözaltına alındı. Sırf Covid-19’dan dolayı ölümleri haber yaptıkları için gözaltına alındılar. Sadece ve sadece gazetecilik yaptıkları için gözaltına alınan onlarca arkadaşımız var. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (RSF) verilerine göre Türkiye basın özgürlüğü sıralamasında 180 ülke arasında 157. sırada. Bu noktaya geldik. Dibe vurduk yani. Ben hep şunu söylüyorum: Ya biz denizde miyiz, okyanusta mıyız? Eğer okyanustaysak demek ki daha da dibe vuracağız. Endişe ediyorum doğrusu.
Yargılamaların gazetecilikle ilgili olmadığını söylüyor, iktidar tarafı…
Şunu söyleyeyim. Gerçekten şuna inanıyorum, zaten kanıtlar ortada bu davalarda; Ayşegül Doğan’ın davası da Barışların davası da Müyesserlerin davası da gazetecilikleri nedeni ile açılmamış olsa, gazetecilikleri dışında sorular sorulur, kanıtlar ortaya konulurdu. Fakat bütün bu arkadaşların davalarında sadece ve sadece gazetecilikleri var. Haberler var. İşte Ayşegül Doğan’ın editörü ile yaptığı konuşma falan gibi. Bu noktadayız. Ve ben bu davaların sadece o arkadaşlarımı, o gazetecileri cezalandırmak için değil, aynı zamanda az önce sözünü ettiğimiz o alternatif mecralarda gazetecilik yapan insanları baskı altına almak, korkutmak için de bu cezaların verildiğini düşünüyorum. Bu korkutma süreci Habertürk’ün cezalandırılmasında da işletildi. Habertürk’te Ali Mahir Başarır’ın konuşması çarpıtılarak ‘Ordu satıldı’ haline getirildi. Başarır, ‘Ben ordu satıldı demedim, tank palet fabrikasını satılmasını kast ettim’ demesine rağmen Habertürk’e ceza verildi. Sonra Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklama çok enteresandı. Habertürk’e “Siz konuklarınızı dikkatli seçmiyorsunuz. Zaten sizin patronunuz doğru düzgün bir açıklama yapmadı” dedi. CHP’li ya da muhalif isimlerin programlara katılmaması için net bir uyarıda bulundu. RTÜK’ün ceza vermesinin anlamı da buydu zaten.
Geçtiğimiz günlerde Şirin Payzın açıkladı zaten, programlara katılacak konuk listelerinin Ankara’dan geldiğini.
Tabii tabii televizyonlardaki o programlara katılan isimlerle ilgili katılacaklar-katılmayacaklar listesi. Başta katılacaklar listesi katılmayacaklardan daha uzundu. Giderek katılacaklar listesi kısaldı, katılmayacaklar listesi uzadı. Şimdi katılacaklar listesi çok kısa, çok dar. Dolayısı ile hep aynı isimleri çağırmak zorunda kalıyorlar.
Devletin onaylamadığı gazeteciler
Siz de devletin onaylamadığı gazetecisiniz. Sanki insanlar gazetecilik yapmak için devletten izin almak zorundaymış gibi bir yaklaşım söz konusu.
Şimdi biz Türkiye’deki gazetecilerin en büyük problemlerinden biri bu basın kartı meselesi ve bunun devlete bağlı olması. Gazeteciliğin devletten ve bütün güç odaklarından bağımsız olması gerekir. Fakat bizim ülkemizde maalesef gerek resmi ilanlar yoluyla gerek RTÜK yolu ile gerek basın kartı meselesi ile gazetecilik doğrudan baskı altına alınıyor, gazetecilik doğrudan devlete bağlanıyor ve gazeteciliği kimin yapıp kimin yapmayacağına devlet karar veriyor. Oysaki bu meslek böyle bir şey değil. Basın kartını kimin alıp almayacağı şimdi tamamen keyfi bir hale geldi. Geçmişte hiç olmasa belli kuralları vardı. Gazetecilik meslek örgütlerinin dengeli bir şekilde katıldığı bir komisyon vardı. Oradan kartlar o kurallara göre veriliyordu. Şimdi kural falan da yok. Tamamen keyfi. İktidara yakın medya kuruluşlarından bir komisyon oluşturmuşlar; Fahrettin Altun’a bağlı, zaten AA, TRT falan hepsi Fahrettin Altun’a bağlı. Ondan sonra orada istediklerine kart veriyorlar, istediklerine vermiyorlar. Yıllarca gazetecilik yapmış 700’den fazla gazeteci arkadaş basın kartı alamıyor. Basın kartına hak kazanmış, yıllarca taşımış arkadaşların kartlarını yenileyeceğiz diye tutturdular. O da ayrı bir mesele. Allah aşkına bu ülkede herkes sarı basın kartı diye bir şeyin olduğunu biliyor. Neden sarı basın kartını turkuaz yaparsınız. Geçmişi tamamen silmek dışında bir gerekçesi olamaz. Nitekim hatırlıyorum ben, gazeteci arkadaşlar sormuşlar neden böyle bir şey yaptınız, sarıyı turkuaz yaptınız?’ diye, ‘Ben öyle istedim’ demiş. O kadar ya başka bir şey değil. Ve arkadaşlara artık turkuaz kartın verilmemesi tamamen keyfi. Basın kartının büyük önemi var, sahada polise o turkuaz kartı göstermediğiniz zaman polis sizi gazeteci saymıyor çünkü.