Ankara JİTEM davası da Kızıltepe, Kulp ve Cizre davaları gibi kapatıldı. Kayıp Yakınları, verdikleri mücadelenin önüne nasıl duvarlar örüldüğünü anlattı. ‘Türkiye geçmişi ile yüzleşebilir mi?’ sorusunu ise İHD’den Gülseren Yoleri yanıtladı
Hicran Urun
Türkiye gözaltında kayıplarla 1980’lerde tanıştı. 1990’lı yıllarda özellikle Kürt kentlerinde uygulanan Olağan Üstü Hal (OHAL), köy yakmalar ve yargısız infazlar ile birlikte gözaltında kayıpların sayısı da arttı. Karakol karakol yakınlarını arayan ailelerin mücadelesi ise 1995 yılında Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’nda oturması ile başladı. Ailelerin mücadelesi sonucu bin bir güçlükle açılan davalar, bugün bir bir kapatılıyor.
En son kamuoyunda ‘Ankara JİTEM’ davası olarak bilinen ve aralarında Kürt aydın, yazar ve iş insanlarının da olduğu 19 kişinin gözaltında kaybedilmesi ile ilgili dava 13 Aralık günü Ankara’da görüldü. Tıpkı Kızıltepe, Cizre ve Kulp davalarında olduğu gibi bu davada da aralarında Mehmet Ağar’ın da bulunduğu tüm sanıklara beraat kararı verildi.
19 kişinin öldürülmesi ile ilgili ilk soruşturma 2011 yılında başlatıldı. 20 Eylül 2013 tarihinde zaman aşımı riskinden dolayı Abdülmecit Baskın cinayetiyle ilgili iddianame düzenlendi.
‘Ağar’la karşılaşmak isterdim’
Davayı başından beri takip eden Abdulmecit Baskın’ın oğlu Eren Baskın, babasının 30 Eylül 1993 tarihinde Ankara’da gözaltına alındığını, cesedinin ise iki gün sonra Haymana yolu üzerinde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT)
binasına 400 metre mesafede metruk bir binada bulunduğunu söylüyor. İlk olarak yalnızca babasının adına açılan soruşturma, eski JİTEM elemanı sanık Ayhan Çarkın’ın ifadeleri ile 19 Aralık 2013’te genişletildi ve 18 aile daha davaya müdahil oldu. Baskın‘ın anlatımına göre, iddianamede Mehmet Ağar’ın adı ‘örgütün üst yapılanmasında olan kişi’ olarak geçiyor ancak Ağar, hiçbir zaman duruşmalara getirilmemiş:
“Sadece 8. celsede kişiye özel bir ara celse yapıldı. Bundan hiç birimizin haberi olmadı. Mehmet Ağar yurt dışına çıkacağı gerekçesi ile avukatı aracılığıyla bir başvuru yapıyor ve bir ara mahkeme yapılıyor. Bu ara mahkeme 3,5 dakika sürüyor. Mehmet Ağar, öldürülen 19 kişiden hiçbirini tanımadığını söyleyip işin içinden çıkıyor. Mahkeme başkanı da hiçbir soru sormuyor. Bizim en çok istediğimiz Mehmet Ağar ile karşı karşıya gelebilmekti. Benim ona bir soru sorma hakkım var.”
Eken’in tapeleri iddianamede
Eren Baskın, iddianamede yer alan Çarkın’ın itiraflarının ‘başlı başına bir delil’ olduğunu söylüyor. Ancak mahkeme Çarkın’ın itiraflarının ardından ‘akli dengesinin yerinde olmadığını’ iddia ediyor:
“Adli Tıp ‘akli dengesi yerindedir’ diye rapor verdi. Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım’ın alınmaları ile ilgili tam olarak ifade verdi. Faik Candan’ın öldürülmesi ile ilgili olarak konuştuğunda, Faik Candan’ın saati için kavga ettiklerini söylüyor. Bunlar delil olarak dosyaya girdi. Milli İstihbarat Teşkilatı, 2014 yılında dosyamıza Türkiye’deki ilk telefon dinleme tapelerini gönderdi. Bu tapelerin içindeki bir tane ses kaydında Tarık Ümit ve Özel Harekat Daire Başkanı Korkut Eken’in o saat için kavga ettiği alenen var. Bunlara rağmen Ayhan Çarkın ‘uyuşturucu kullanıyor’ denildi.”
Silahlar sadece polis envanterinde
Davaya delil olarak giren önemli bir ayrıntının da cinayetlerde kullanılan silahlar olduğunu söyleyen Baskın’ın anlatımlarına göre, o dönem İsrail’den alınan 216 silah yalnızca polis özel harekat envanterinde bulunuyor ve işlenen 5 cinayette de bu silahların kullanıldığı balistik raporu ile ispatlanıyor. Uzi marka bu silahlar Türkiye’ye ilk defa o dönemde getiriliyor. Davada önemli olan bir başka ayrıntı ise sanık Kutlu Savaş’ın mahkemeye sunduğu rapor:
“Başbakanlık Teftiş Başkanlığı’ndan gelen Kutlu Savaş’ın raporu çok önemliydi. Bu rapordan sonra başkan (mahkeme başkanı) dedi ki; ne yani siz şimdi bu cinayetlerin devlet eliyle işlendiğini mi söylemek istiyorsunuz. Kutlu Savaş ‘Ben öyle söyleyemem ama kesinlikle devletin bilgisi ve onayı dahilinde işlendi’ dedi. Ve ‘Bizim yazdığımız raporda eksik kısımlar var onu isteyin, orada aradığınız sorulara cevaplar bulabileceksiniz’ dedi. Duruşmanın ilerlemesinde yarar sağlamayacağı saikiyle hiçbir zaman istenmedi.”
Cinayet borsası oluşturulmuş
Dava dosyasına giren delillerden bir diğeri ise o dönem başbakan olan Tansu Çiller’in de dillendirdiği ‘ölüm listeleri.’ Eren Baskın, Mehmet Eymür’ün 67 kişi ile ilgili hazırlanmış bir isim listesini mahkemeye sunduğunu söylüyor:
“Bu isim listeleri hep bir hurafeydi. İlk ciddi isim listesini veren Mehmet Eymür’dür. Ve bununla ilgili de borsa oluşturulmuş. İnsanlardan isimlerini sildirebilmeleri için paralar alınmış. En acısı ölüler üzerinden alınan paralar var, bunlar için kavgalar var.”
‘İlk başlarda güzel rüzgarlar esmişti’
33 celsede 7 mahkeme başkanının değiştiği davanın başladığı sıralarda ‘güzel rüzgarlar estiğini’ söyleyen Baskın, ilk iddianameyi hazırlayan savcının bugünleri gördüğünü ve beraat kararı alınmaması için bir iddianame hazırladığını anlatıyor. Ancak Baskın’a göre son savcı kendi meslektaşının hazırladığı iddianameyi ‘es geçiyor’ ve tüm sanıklara beraat kararı veriyor:
“6 yıl sürdü bu duruşmalar. Hani bize dediler ki; niye bu kadar üzüldünüz. Biliyorduk böyle olacağını ama, hep bir ‘ama’mız vardı. O da biliyor ki verdiği karar kesinlikle hukuksuz. Bu bir siyasi karardır.”
Medeni Yıldırım da amcası gibi ‘faili meçhul’
Katledilen 19 kişiden biri de Adnan Yıldırım. Adnan Yıldırım, 3 Haziran 1994’te Savaş Buldan ve Hacı Karay ile birlikte İstanbul’da Çınar Otel’in önünden kaçırılıyor. Tanık ifadeleri 3 kişinin polis yelekli ve telsizi olan kişiler
tarafından kaçırıldığını söylüyor. Savaş Buldan, Adnan Yıldırım ve Haci Karay’ın cenazesi daha sonra Bolu’nun Yalıca ilçesinde bulunuyor. Adnan Yıldırım’ın kızı Leyla Yıldırım’a göre cinayetlerin startını dönemin başbakanı Tansu Çiller medyanın önünde sarf ettiği ‘Elimde Kürt iş adamlarının listesi var’ sözleri ile veriyor:
“Dışarda kimi çevirseniz, Mehmet Ağar, Tansu Çiller ve doksanlar dönemini anlatır ama bir mahkeme göremedi. Üzülmedik mi evet üzüldük, bildiğimiz halde üzüldük. Çünkü biz 26 yıldır sevdiklerimize söz vermiştik. Bunu başarmamıza izin vermediler bu yüzden üzgünüz. Adaletin sağlanabilmesi için bu hükümetin önce kendi döneminde yaptıklarını aklaması lazım. Babam öldürüldükten 19 yıl sonra yeğeni Medeni Yıldırım polis tarafından katledildi. Çok da rahat olmasınlar, ‘Bu burada bitti, biz de aklandık’ demesinler. Biz bu mücadeleyi sürdüreceğiz.”
Çarkın: Cesaretleri karşısında ezildim
1992 yılının Mayıs ayında İstanbul’da tıp fakültesi öğrencisi Soner Gül ile birlikte kaçırılan Hüsamettin Yaman’ın ağabeyi Feyyaz Yaman kardeşinin kaçırıldığını bir ihbar telefonu ile öğreniyor. Yıllarca tüm takiplerinin ve
başvurularının sonuçsuz kaldığını anlatan ağabey Yaman, Ayhan Çarkın’ın kardeşi ile ilgili itiraflarının ardından Beşiktaş Adliyesi’nden aranıyor ve dava yeniden açılıyor:
“Ayhan Çarkın hukuk bürolarına, basınla birlikte Silivri yolunda infaz edildikleri yeri gösterdi. Hürriyet gazetesi de birinci sayfadan haber yaptı. İki kişiyi ekip otosuna aldıklarını, yolda gözlerini bağladıklarını, Silivri yolunda ağaçlık bir alanda Soner’in de Hüsamettin’in de başlarına vurduklarını ama onların ‘işkenceler bizi durdurmaz’ diyerek slogan attıklarını, onların cesareti karşısında ezildiğini ve orda infaz ettiklerini söyledi. Ekip içerisinden bir kişi daha kendine katılımcı olursa bu anlatımları mahkeme önünde de resmi olarak yazılı tekrarlayacağını söyledi. Bütün bunlara rağmen delillerin yetersizliğine ilişkin karar verilmesi gerçekten çok manidar.”
‘Kürdü öldürmenin cezasız kalacağını biliyorlar’
Gözaltında kaybedilen Medet Serhat’ın oğlu Rumet Serhat’a göre ise, Tansu Çiller Kürt iş insanlarını hedef gösterdiğinde hiç kimse devletin bu kadar hukuksuzca davranacağını düşünmemişti:
“Ne yapabilir en fazla Behçet Cantürk’ü tutuklayabilir, yargılayabilir. Herkesin aklındaki buydu, yani bugünkü HDP
milletvekilleri gibi. Kürtlerin klasik bir devletle mücadele geçmişi var. Devlet sürekli Kürtlere bir şekilde saldırıyor. MGK’da karar veriyorlar; ‘Ne yapalım, en iyisi öldürelim’ diyorlar. Sonuçlarına katlanacak mıyız, e ne olacak ki nasılsa bu ülkede Kürdün, Alevi’nin ya da öteki olan herkesi öldürmenin yanına kalacağını biliyorlar. Yarın öbür gün belki Kanal İstanbul için bugünkü yöneticiler yargılanabilir ama Cizre bodrumları için yine yargılanmazlar. Bu gezegenin hiçbir maddi kaynağı bana babasız geçirdiğim 25 yılı veremez. Ama bizim, yatağımızda huzurla uyumamızı sizin adaletiniz sağlar.”
Musa Çitil terfi ettirildi
1995’te gözaltında kaybedilen kardeşi Hasan Ocak için mücadele eden aynı zamanda da Kayıp Yakınları Komisyonu’nda yer alan Maside Ocak ise geçmişte insanlığa karşı işlenen suçlar cezasız kaldığı için bugün aynı cezasızlık politikasının devam ettiği görüşünde:
“80’lerde işlenen insanlığa karşı suçlar, cezasız bırakıldığı için, 90’larda yaşanan insanlığa karşı suçlara tanık olduk.
Cizre, Kulp, Kızıltepe JİTEM davaları hep cezasızlıkla sonuçlandı. Musa Çitil davası vardı ki Mardin Derik’te 93-96 yılları arasında gözaltında kaybedilen 6 kişinin öldürülmesi ve tecavüzle suçlanan biriydi. Dava görülürken Musa Çitil Ankara İl Jandarma Alay Komutanı’ydı ve tutuksuz yargılanıyordu. Musa Çitil mahkemede ‘Ben devletin bana verdiği emri yerine getirdim’ dedi. Ve Musa Çitil daha sonra Sur’da yaşanan insanlığa karşı suçun başındaki isimlerden biriydi. Dolayısıyla bu bir gelenek.”
‘Askeri kazan dairesinde yaktılar’
“Dargeçit’te de benzer bir kararla karşılaşacağımızdan endişeleniyoruz. Dargeçit’te gözaltında kaybedilen 57 yaşındaki Süleyman Seyhan’ın bedeninin nereye atıldığını ailesine söylediği için Bilal Batırır isimli bir astsubayın tabur komutanı tarafından taburun kazan dairesinde öldürülüp yakıldığını biz o dönemin askerlerinden öğrendik. Bütün bunlar dava dosyasında olan ayrıntılar. Deliller, kanıtlar her şey hukukun önünde. Ama ısrarla ve ısrarla o koruma kalkanı bir türlü yıkılamıyor. O koruma kalkanı yıkıldığında cezasızlık kültürü de yıkılmış olacak. Biz şunu da biliyoruz ki; kaybedilen mücadele vazgeçilen mücadeledir.”
Türkiye geçmişi ile yüzleşir mi?
İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarla ilgili birçok ülke geçmişi ile yüzleşmek, en çok da toplumsal adaleti sağlamak için hakikatleri araştırma komisyonu kurmuş ve gerçekleri gün yüzüne çıkarmıştır. Ruanda, Guatemala, Arjantin, Güney Afrika bu ülkelerden yalnızca bir kaçı.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak Türkiye geçmişi ile yüzleşmeye ve adaleti sağlamaya ne kadar uzak; bunu da İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri anlatıyor:
“Devlet kendiliğinden kendi suçlarıyla yüzleşmeyecek. Ona bunu yaptırtacak bir güce ihtiyaç var. O güç biziz. Biz
eğer gerçekten güçlü bir muhalefet örgütleyebilirsek -ki Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi bu anlamda oldukça önemli bir yerde duruyor- işte o zaman devlet bunu yapmak zorunda kalır. Konuştuğumuz tüm bu meselelerde hak ihlallerinin sistematikliğini gündeme getiriyoruz. Sistematik demek; sadece emniyetteki bazı kişilerin değil, sadece belli dönemdeki siyasetçilerin emriyle ya da sadece bir dönemde belli bir iktidarın faaliyetleri sonucunda değil, bir devlet politikası olarak bu ihlallerin gerçekleştiğini söylüyoruz.”
‘Devlet aklı değişmeli’
“Hiçbir zaman adalet gerçekleşmiyor, hiçbir zaman yüzleşme sağlanamıyor. Zaman zaman birilerinin çıkıp bu suçları itiraf ettiğini görüyoruz. Ayhan Çarkın’ın itirafları gerçekten çok önemli, ama bir işe yaradı mı, yaramadı. Hatırlarsanız o dönem çıkıp televizyonlarda ‘cesaretli savcılar bekliyorum’ dedi. O cesaretli savcılar çıkamıyor çünkü tek başına zaten bir savcının çıkıp bütün sistemi tersine döndürmesi mümkün değil bugünkü koşullarda. Dolayısıyla bu tür insanlığa karşı suçlarda adaleti sağlayacak bir yargı pratiğini görebilmemiz devlet aklında ciddi bir değişimin de gerçekleşmiş olmasını gerektiriyor.”