Gazeteci ve yazar Pınar Öğünç ile ‘Pandemi Zayiatı’nı ve dalga dalga gelen işçi eylemlerini konuştuk
Nezahat Doğan
Küresel pandemi salgınında ülke tam anlamıyla sınıfta kaldı. Her gün eksiliyoruz ve işsizlik-enflasyon derken nefes alınamaz hale gelindi. Öte yandan son günlerde artık kölelik düzeyinde seyreden emek sömürüsüne karşı, tekstilde, fabrikada, sağlıkta, kargoda çalışanlar sokağa inmeye başladı. İktidarın toplumu giderek yoksullaştıran politikalarına karşı can havliyle verilen bu yanıt dalga dalga yayılan eylemlerle sürüyor.
Gazeteci Yazar Pınar Öğünç ile pandeminin ilk başında işte tam da bu yaşananları bütün çıplaklığıyla ortaya koyan kitabı “Pandemi Zayiatı” üzerinden bugüne doğru yol almaya çalıştık.
- ‘Pandemi Zayiatı’ kitabınızda, 35 yaşam üzerinden salgının başladığı andan itibaren yoksullaşan insanları bize tanıttınız ve tarihi bir bellek bu. Görünmeyen hayatları gösterdiniz diyebilir miyiz? Nasıl bir farkındalık yarattı?
Pandemi Zayiatı’nda iki durak var. Şu anda üçüncüsündeyiz aslında. Durakların ilki Mart-Nisan 2020, pandemi terminolojisini öğrendiğimiz, paniklediğimiz, bu dehşet uyandıran yeni halin iş ve özel yaşamımıza ilk yansımalarıyla mücadele ettiğimiz dönemdi. Tarihi bir an, ilk darbe, ilk silkiniş ve en önemlisi de kimlerin ölüme daha kolay terk edileceğinin seçildiği dönem… İkinci durak ise aynı 35 kişinin hayatındaki değişiklikleri takip ettiğimiz Mart-Nisan 2021. O bir yılda neler oldu, onu anlatıyorlar. İşini kaybedenler, aylarca iş bulamayanlar, sektör değiştirenler, evlenenler, boşananlar, yurt dışına gidenler, depresyona girenler, inadına güçlenenler, hayatını değiştirenler… Söyleşilerin ilk durağını ilk resmi ölümün açıklandığı gün yapmaya başladığımdan, bu çılgınca hızda akan, değiştiren, dönüştüren bir yıla dair o 35 kişinin temsilini aşan bir kaydı oldu sanki bu hikâyeler.
- Aslında özünde hepsi ortaklaşabilecek hayatlar mıydı?
İsmi meçhul, cismi görünmeyen kişilerdi bunlar, ama bazen pencereden dışarı haykırır gibi, bazen bir dosta yakınır gibi anlattıklarında kendi sesini de duydu duymak isteyen. Bugün düşününce Mart-Nisan 2022’nin arifesinde aslında üçüncü duraktayız. Pandemi anlamında o ilk yıl kadar radikal değişimler içermese de virüsün evrimiyle ve baskın olarak da ekonomik krizin aldığı boyutla üçüncü bir evredeyiz.
- Birer birer eksildik eksilmeye de devam ediyoruz. Yoksulluk, sömürü, eşitsizlik, daha mı derinleşti?
Pandeminin tüm dünyada ekonomiye etkisi oldu, dünyanın birçok yerinde çalışanlar hak kaybı yaşadı. Aşıya erişimin hattını, var olan gelir dağılımı eşitsizliği üzerinden, hatta ağırlıklı olarak sömürgecilik tarihi üzerinden okuyabilirsiniz. Gözetlemenin, güvencesizliğin, esnek ve açıkça insan onuruyla bağdaştırılmayacak çalışma koşullarının payandası olarak kullanıldı pandemi. Bizimki gibi bazı ülkelerde tüm bunların dozu daha yüksek oldu, hatta doz aşımı olduk biz.
Sessizlik bozuluyor artık
- Kargocunun, kasa görevlisinin, postacının, kuryenin, sağlık çalışanlarının sesi yükseldi ve dalga dalga eylemler yayılıyor. ‘Neden konuşmuyor kimse, neden itiraz etmiyor?’ demiştiniz, o sessizlik bozuldu mu?
Evet, o ilk durak söyleşileri bitirirken 2020’de yönelttiğim bir soruydu. Herkese “evde kal” çağrısı yapılan, ama bazılarına “onlar kalsın ama sen işe git” denilen zamandı. Tabii ki zaman içinde bu eşitsizlik daha görünür ve konuşulur oldu ama salgın yönetiminde tercih, zaten kimseyi evde tutmamaya yöneldiği için, kadim sınıf meseleleriyle ve bunların kadim görünmezliğiyle baş başa kaldık sonra.
- Kıvılcım nereden alevlendi? Bu itirazın geç kaldığını düşünüyor musunuz?
Yılların seçilmiş politikaları nedeniyle zaten bir çöküş seyrindeydi ülke ama son üç dört ayda o kadar inanılmaz şeyler yaşadık ki… Bir kere toplumun her kesimi akıl almaz şekilde, kısa vadede telafi edilemez derecede yoksullaştı. Göz göre göre, inadına, suratımıza küfür edilir gibi yoksullaştırıldık. Bu zaten yoksul olanların bugün, kelimenin tam anlamıyla açlığa itildiği anlamına geliyor. Resmi rakamları az buçuk yutulur hale getirme kurnazlıkları, açıkça yoksuldan alıp zengine verme üzerine kurulu bir anlayış, vergilendirmenin seçilmiş kesimleri cezalandırmak için kullanılışı, aynı esnada ortaya dökülen ve hukuki anlamda tek dal oynatmayan yolsuzluk iddiaları… Bakınca bunların her biri kıvılcım, ne kıvılcımı, alev aslında. Ama “geç” diye bir yargıda bulunamayız, gerçek hayat çok daha çetrefilli dengeler üzerine kurulu, kemikleşen tortular, biriken kaygılar öngörülemez yolları tıkayabiliyor.
- Nasıl tıkıyor? Ve nasıl aşılır?
Bir yandan çağ olarak bir belirsizlik var, pandeminin yarattığı yılgınlık var, iktidarın toplumun muhalif kesimlerine yaşattığı görünmezlik duygusunun bir usanca evrilişi var, bunları da eklemek lazım. Fakat işte toplumsal hareketler tarihi gösteriyor ki o kıvılcım hali de çok öngörülebilir değil. İnşaat iş kolunda, madende, belli talepler etrafında şekillenen eylemler her şeye rağmen olabilmişti, ama bir zincirden, bir dalgadan 2022’yle birlikte söz edebiliriz sanırım. Bunu da akıl erdiremediğimiz bir tabiat olayı gibi değil, öfkenin birikimiyle ve oralardaki örgütlenme tecrübeleriyle okumak gerekli. Bazen tek bir kişinin etkisiyle, yıllar içinde gıdım gıdım, bazen bir günde ışık hızı yol alarak şekilleniyor bu hikâyeler; muazzam bir şey bence bu, insana, yaşamaya dair inancımızı tazeliyor.
Onların robot olmaları isteniyor
- ‘Konuşsak ne olacak her şey aynı’ söylemi kitaptaki hikâyelerde de var ama hep de bir umut var. O umut bugün daha mı güçlendi?
Evet, o yılgınlığın sızdığı hikâyeler vardı, ama hayatın idaresini eline alma iradesinin insanı nasıl güçlendirdiğini, bunun ne kadar bulaşıcı olabileceğini de dinledim. Ve evet, itiraz edeni gördükçe, itiraz edip hakkını alana tanık oldukça umut da cisimleşiyor, dilek olmaktan çıkıyor. Yaşamanın sürüklenişten ibaret olmayabileceğini görmenin kudreti doluyor insanın içine, bundan sonra aynı insan olarak kalamazsınız zaten.
Son süreçte metalden tekstile birçok iş kolunda eylemlerin haberlerini alıyoruz ama hepsini teyelleyen ve bir toplumsal hareket omurgası hissettiren sanırım “teslimat” sektöründeki eylemler oldu. Kargocular, kuryeler, depo çalışanları… Bu çok manidar geliyor bana, çünkü bunlar krizi, artan maliyetleri bahane edebilecek sermaye yapıları değiller, bilakis pandemide semirdiler. Şu an artan sömürüde kapitalizmin ilk evresini andıran bir acımasızlık ve katıksız bir kâr hırsı var. Pandemi Zayiatı’nda bir kargo şirketinde çalışan genç bir kadın, e-ticaret sitelerinden birinin deposunda çalışan bir işçi anlatmıştı nelere maruz kaldıklarını. Konfor, bu hizmetlerin tüketicisine sektörde canlı insanların çalıştığını unutturabiliyor; zamanla yarışılan, bedenin ağırlıkla zorlandığı bu devasa depolar çoğu kişinin gözünde bile canlanmıyor. Kuryelerden o motor kıyafetlerinin ve kasklarının içinde bir robot olmaları bekleniyor. Şu çok çarpıcı, kapitalizmin icat ettiği yeni istihdam biçimlerinden “esnaf işçilik” modelinin nasıl tersine döndüğünü de görüyoruz şu anda. İnsanları ekonomik olarak karşılığı olmayan bir kâr ortaklığı rolüyle köleleştirmek istiyorlar. “Sen de kendi kendinin patronusun” denen işçilerin sesi neden bu kadar yüksek çıktı? Bu sözde rolün her şeye rağmen başka türlü bir özgüven vereceğini hesap etmediler, bu yeni bir işçi öznelliği gibi. İkincisi de artık çok daha geniş kesimlerin kaybedecek bir şeyi yok. O yüzden de hemen her sektörden ses yükseliyor. Ayrıca kitlesel zam protestoları artıyor. Resmi rakamların dahi astronomik olduğu düşünülürse, bu dalganın yükseleceğini öngörmek için çok sebep var.
Kölelik bir teşbih değil
- Politik-psikolojik bu darboğazdan nasıl çıkılır? İyileşmenin ortaklaşması nedir?
“Nasıl çıkılır?”ın reçetesini vermek kolay değil. Ama emin olduğumuz şeyler var. Bakın Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası’nın başkanı Neslihan Acar, Migros depolarında çalıştırılmak üzere Sivas’tan getirilen, kamplara yerleştirilen, bir ay sıcak su yüzü görmemiş işçilerden söz ediyordu geçen gün eylemde. İşsizliğin tavan yaptığı böyle bir zamanda, yaşadığı yerden binlerce kilometre uzakta o çalışma ve barınma koşullarına yüz kat daha mahkûm hisseder kendini insan. “Kölelik” bir teşbih değil, mübalağa değil, bu gerçekten kölelik sisteminin kullandığı bir yöntem. Kapitalizm gezegene dün inmedi, farklı düzeylerde de olsa herkes hem kendi emeğini satarken hem mal ve hizmetleri tüketirken emeğe yabancılaşarak sürdürüyor hayatını, derisini kalınlaştırıyor. Ama mesela bu çalışma koşullarını duyan biri, aynı kalmamalı. Herkes kendi çalışma koşullarını sorgularken, bir yandan bu yabancılaşmaya da direnmemiz gerekiyor. Bu son süreçte vurgulamamız gereken bir de şu var: Sosyal medyadan yürütülen ne kadar politik eylemdir, hep tartışılır. Uzun mevzu bu, fakat özellikle söz ettiğimiz “teslimat” sektöründe sosyal medyada itirazın, boykotun büyük önemi var. Antep’teki orta boy bir çorap fabrikası için isminin sömürüyle anılması o denli sarsıcı olmayabilir, ama “teslimat” sektörü için bu hayati. Çünkü ne kadar yoksullaşıyorsa da orta sınıfa muhtaçlar. Kitlemi genişleteyim daha alt ya da üst gelir grubuna hitap edeyim diyemezler. Birinin umurunda değil, ikincisi can derdinde. Üretimden gelen güçleriyle eylemde olanlara, tüketimden gelen güçle destek olmanın özellikle bu sektördeki karşılığını küçümsememek gerekiyor.
- Peki, ütopik toplum anlayışının antitezi olarak, otoriter ve baskıcı bir sistem tanımı distopya, son zamanlarda çok duyduğumuz bir söylem. Neden bu kadar çok kullanılıyor?
Yaşananların dehşeti “distopya”yı çok daha fazla kullandırıyor olabilir insanlara ama bunun hakikatle araya bir mesafe koyduğunu, inanılmazlığını vurgularken daha da inanılmazlaştırdığını ve böylece de edilgenleştirdiğini düşünüyorum. Kamyon arkası yazısı gibi olacak ama “Bu distopya kader değil”, her distopya birilerinin ütopyası, böyle bakmak gerekli belki de. Biz kimin ütopyasını yaşıyoruz ve buna karşılık ne diyoruz, bu önemli.
Toplumun her kesimi akıl almaz şekilde, kısa vadede telafi edilemez derecede yoksullaştı. Göz göre göre, inadına, suratımıza küfür edilir gibi yoksullaştırıldık. Zaten yoksul olanlar, kelimenin tam anlamıyla açlığa itiliyor
‘Teslimat’ sektörü orta sınıfa muhtaç. Üretimden gelen güçleriyle eylemde olanlara, tüketimden gelen güçle destek olmanın özellikle bu sektördeki karşılığını küçümsememek gerekiyor
Bir ülkede ‘zırhlı araç çarpması sonucu hayatını kaybedenler’ diye bir bilanço nasıl tutulabilir? Normal koşullarda evet, burada bir tuhaflık var diyecek, sorgulayacak insanlar bile görmezden gelebiliyor
Pınar Öğünç’ün derdi ne?
Böyle sorulunca ne cevap versem biraz yapay, didaktik duracak gibi hissettim. Derdim olan meselelerden, derdimizden konuştuk zaten bugün. Yaptığım her söyleşide, yazdığım her öyküde, yazıda dert edindiklerim bir biçimiyle var zaten. Dert, öyle olunca derttir zaten herhalde.
Belleksizlik suç ortaklığı yaratıyor
Artık artan vaka sayıları kimseyi şaşırtmıyor. Bu arada, sağlık çalışanlarını unuttuk, mesela.
Virüsle birlikte algımız da evrimleşiyor tabii ki. O ilk zamanların vaka sayılarının kaç katıyla bugün karşılıklı çay içiliyor, konsere gidiliyor, halay çekiliyor. Aşı faktörü kritik. Ve tabii sağlık çalışanlarına minnet gösterileri gerilerde kaldı. Minneti bırakın, emeklerinin maddi karşılığını alamamanın yanında bir de şiddet tehdidiyle çalışıyorlar bugün. Son iki yılda çok şey yaşamamızın etkisi başka türlü konuşulabilir, ama malum bu topraklarda hafızasızlık, bir sonraki kuşağı da suç ortağı etmek üzere aktarılan bir miras olmuş hep. Bir tutkal hatta. Milliyetçilik, militarizm, bunlar yaratılan bir mitolojiyle beslenirler, tarihsel bir anlatı üzerine kendilerini var eder, ama ironik biçimde hafızasızlığa da ihtiyaç duyarlar. “Yeni düşmanı” ya da “düşmanın yeni düşmanlıklarını” o kadar kolay anlatamazsınız, kabul ettiremezsiniz yoksa. Bu hal kronikleştiğinde, uzun zamana yayılıp bilakis beslendiğinde insani melekelerden de götürüyor. Mesela bir ülkede “zırhlı araç çarpması sonucu hayatını kaybedenler” diye bir bilanço nasıl tutulabilir? Çocuklar, gençler, kadınlar, erkekler, neden bu insanların yaşadıkları yerlerde bu kadar çok zırhlı araç var? Bunlar nasıl kazalar? Şuurunu yekten teslim etmiş ırkçı, ayrımcı biri değil, normal koşullarda evet, burada bir tuhaflık var diyecek, sorgulayacak insanlar bile görmezden gelebiliyor. Hafızasızlık sadece bilip unutmak, gömmek üzerinden değil, belleğine kaydetmeye dahi değer bulmamakla da işliyor.