Bu çağın bir ruhu var mı? Bilmiyorum. Okuduğunuzda yüreğinizi kıpır kıpır ettiren bir romancı, dinlediğinizde iyi ki yaşıyorum dedirten bir müzik grubu, dünyanın sırlarını anlamaya çalıştığınızda size yardımcı olan bir filozof ya da yürüdüğünüzde başkalarıyla birlikte olmaktan mutluluk duyacağınız bir sokağınız, bir şehriniz var mı sizin? Benim yok ya da kalmadı.
Bunun yaşlanmakla bir ilişkisi olsa gerek. Ama yine de yaşlanmanın ötesinde bugün insanlığın vardığı yerde, birey olmanın da toplum olmanın da eski anlamlarını yitirmiş olduğu bir erozyon hali var bence. Yanılıyor muyum? Bilmiyorum. Belki kendimi daha iyi anlatabilmek için gençliğimde benim bu ülkede yaşamama güç veren, anlam kazandıran bir halini anlatayım sizlere.
Otobüse biniyorsunuz. Yanınıza yaşlı bir teyze oturuyor. Başlıyor sizinle konuşmaya. Anlattığı konular hiç tanımadığınız, büyük olasılıkla da hiç tanımayacağınız insanlara ait. Örneğin gelini ya da damadıyla ilgili. Ailesinin en ince sırlarını paylaşıyor sizinle. Sizden bir şey bekleyerek anlatmıyor anlattıklarını. Belki birkaç küçük öneri. Ama aslında yaptığı şey hayatı bir biçimde sizinle paylaşmak. İnsan olduğunuzu bir başka insanla etkileşerek hissetmek, hissettirmek vs.
Bakın şimdi bugün aynı otobüste oturanlara! Böyle bir ilişki yaşamak bu ülkede artık mümkün mü? Bu ülkede dedim ama siz bu dünyada diye anlayın. Bence kalmadı!
Bu erozyonun birçok nedeni olduğu kuşkusuz. Ama ben en çok digital devrimin popülizmle birleşmesiyle meydana gelen yeni toplumsal “ruh” halinin bu erozyonun altında yattığına inanıyorum.
Digital devrim insanların birbirleriyle ilgili bilgilenmelerini arttırdıkça, onların birbirlerinden uzaklaşmalarına da yol açtı. Birinci süreç “küreselleşme”, ikincisi ise küreselleşmenin yarattığı belirsizlikler sonucu oluşan risklerden kaçınmanın bir sonucu ortaya çıkan “kimlikleşme” idi. Küreselleşmeyi ve kimlikleşmeyi, sonuçta yeni bir dünya düzenini muştulayan gelişmeler olarak okumak da mümkündü. Çünkü bu iki gelişme ulus devletlerin çatısı altında yaşayan toplulukları belki de daha demoktratik yönetim biçimlerini bulmaya yönlendirecekti. Ama anlaşılan ulus devlet çatısı altında oluşmuş güç dengeleri bu değişimin üzerinden geçeceği yeni bir yönetim biçimini de aşmasını gerektiriyordu. Bu da “popülist” liderler ve popülist siyasetler dönemiydi.
Popülist siyasetçilerin medya egemenlikleri sayesinde yarattıkları bugünün dünyası gerçek bir dünya değil. Daha doğrusu gerçeklerin içinin boşaltıldığı, sahici olanın sentetik hale getirildiği, düşünmekten çok inanmanın, okumaktan çok görsel olanla yetinmenin, hissetmekten çok hissetmiş gibi yapmanın önemsendiği yeni bir dünya bu! Böyle bir dünyada insanlığımızın anlamayı da, öğrenmeyi de, sevmeyi de unutmuş olduğunu söylemek çok yanlış olur mu dersiniz?
Bizim gençliğimizde birçok şeyimiz yoktu kuşkusuz. Ama okuduğumuzda günlerce üzerinde düşündüğümüz kitaplarımız, seyrettikten sonra üzerinde günlerce konuştuğumuz filimlerimiz, öğrendikçe daha da öğrenmek istediğimiz filozoflarımız ve uğruna birçok şeyimizi verebileceğimiz ideallerimiz vardı.
Zengin değildik!
Ama sahiciydik!