Brezilya Cumhurbaşkanlığı seçimleri beklendiği gibi Lula’nın zaferiyle sonuçlandı. Bolsonaro, beklenmediği kadar düşük bir farkla yenildi ama “korkulduğu” gibi Trump’ın “6 Ocak ayaklanması” modeline itibar etmedi. Sağın Kongre’deki üstünlüğüne ve Lula’nın ayağının eninde sonunda geride bıraktığı “enkaz”a takılacağı varsayımına dayanarak, solun efsanevi liderinin tökezleyeceği anı kollamaya yattı.
Böylece, Latin Amerika’da 2020’den bu yana doludizgin süren sol yükseliş doruğuna vardı. Kıtanın en büyük ülkesi de “liberal” yorumcuların “pembe dalga” -yani “sol ama o kadar da ‘kızıl’ değil”- diye nitelemeyi sevdikleri toplumsal ve demokratik güçlerin muhafazakâr diktatoryal rejimler karşısındaki zaferler silsilesine eklendi.
Bu sonuçlara, eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının ışığında bakıldığında “pembe dalga”nın, yalnızca “periferi” için değil, birçok bakımdan “merkez” ülkeler ve hatta bütün dünya için de önemli bir esin kaynağı olabileceğini söylemek yersiz olmaz. Solun ve demokrasi güçlerinin, devletin, sermayenin, kurumsal dinin ve toplumsal statükonun bütün avantaj ve üstünlükleriyle donanmış sağ karşısında elde ettiği başarıların gerçekleştiği bu ülkelerin önemli bir bölümü -Brezilya, Şili, Meksika, Arjantin- BM insani gelişme endeksinin üst-orta, bir bölümü de -Bolivya, Peru, Honduras- orta kesimlerinde yer alıyor. Toplumsal ve politik deneyimleri kısmen “merkez” ülkeler, kısmen “çevre” ülkelerle örtüşüyor. Elbette, her birinin kendilerine özgü bir tarihsel gelişme doğrultusu, biricik özellikleri, tekrar edilemez tecrübeleri olmakla birlikte, sınıf mücadelelerinin muhtemel seyri, kent-kır çelişkileri, toplumsal cinsiyet, din, milliyet ve kimlik hareketlerinin sınıf çatışmalarıyla karşılıklı ilişkisi bakımından üzerinde durup düşünmeye değer düşünce ve pratikler sergiliyorlar.
Bu bağlamda Brezilya seçimlerinden 6-7 ay sonra tarihsel önemde olduğunu herkesin kabul ettiği bir seçimin arifesinde, Türkiye’de “pembe dalga”dan alınabilecek bir ibret olup olmadığı, ister istemez, düşünen herkesin kafasını kurcalıyor. Bu sorunun yanıtı, elbette “evet”! Ancak, serinkanlı bir karşılaştırma, alınacak bütün “ibretler”in mutlaka “acilen” uygulanabilir olmayabileceğini gösteriyor.
Örneğin, Brezilya, Bolivya, Arjantin, Peru ve Şili’deki gibi, köklü, sürekli, durmaksızın yenilenen bin bir çeşit örgütlenmenin -sendikaların, derneklerin, mahalle örgütlerinin, topraksız köylü hareketlerinin, kurtuluş teolojisinin, kadın hareketinin, yerli halkların dil, kültür, geleneklerini koruma mücadelesinin, ekoloji mücadelesinin- birbirine eklenmesiyle oluşmuş, esnek ve çoğulcu bir toplumsal muhalefet hareketleri şebekesi geçtiğimiz on yıl boyunca şekillenmemişse, bu açığın altı ay içinde gökten zembille inecek güçlerce kapatılması elbette söz konusu olamaz.
Bu ülkelerde solun siyasetteki hegemonyasının kaynağı, parlak programlar ve güçlü deklarasyonlardan çok, talepleri ancak solun özgürlükçü, eşitlikçi, kurtuluşçu iddiaları içinden ifade edebilecek olan hareket halindeki ezilen ve yoksul toplulukların fiili varlığında, yani solun siyasette bir “ideolojik” güç olmadan önce bir “toplumsal” güç olarak teşekkül etmiş olmasında yatıyor.
Latin Amerika ölçeğinde ve organik bir ortaklık halinde olmamakla birlikte Türkiye’de de kısmen ve parçalı olarak böyle damarlar ve böyle bir nesnel zeminden söz etmek gene de mümkün. Latin Amerika örneğinden hareketle toplumsal muhalefetin, ancak sandığa giderken teşekkül edeceği görülen gevşek “demokratik ittifak”ın kararlı bir demokratik güce dönüşmesi bakımından en örgütlü kesimler arasında bir diyalogu örmeye başlaması, bu açıdan çok önemli.
Yani, önümüzdeki her dakikayı işçiler, kent yoksulları, kadınlar, Kürtler, Aleviler ve öğrencilerin merkezinde yer aldığı bir toplumsal koalisyonun -ne kadarsa o kadar- oluşabilmesi için değerlendirmek, belki de kıl payı bitecek bir seçimde, sağın karşısında -söyleminden ziyade fıtratı itibariyle- “sol” bir blok oluşması açısından, tıpkı Brezilya’daki kadar hayati olabilir.
Öte yandan Şili, Brezilya, Bolivya ve Meksika’da görüldüğü gibi, iktidardaki sağ koalisyonun düşüşü, merkeze ve merkez-sola bakan güçlerin hegemonya blokundan koparılmasına bağlı. Şili’de birinci turdan yalnızca yüzde 25,82 ile çıkmış olan Gabriel Boriç’in, ikinci turda desteğini ikiyle çarpması, doğrudan doğruya “Onura Onay” ittifakının tutum ve söyleminin merkezdeki yarılmaya hitap etme kapasitesi ve yeteneğiyle ilgiliydi.
Türkiye’deki sürecin bu açılardan karakteristik farlılıklar gösterdiği apaçık. Ancak “Emek ve Özgürlük” blokuyla, “Millet İttifakı” arasındaki ilişkiler ve çelişkiler açısından, 2023 seçimleri için Brezilya’dan, Şili’den, Arjantin’den alınacak bir ibret gene de var.
Birincisi muhalefette sağın ve faşizmin iktidara kurumsal olarak tutunması için Erdoğan’a dört yıl daha armağan etmeme kararlılığının varlığı ya da yokluğu belirleyici olacaktır. Daha açık bir ifadeyle, muhalefetin iki kanadı arasında mevcut iktidar bloku altında, canını, malını, geleceğini, onurunu ve özgürlüğünü önümüzdeki dört yıl boyunca koruyamayacağı konusunda güçlü bir mutabakat yoksa, “pembe dalga”dan hiçbir şey öğrenilmemiş demektir.
İkincisi, demokrasi standardını Kürt halkının demokratik taleplerine kadar yükseltmedikçe, ya da bu taleplerin ifadesi olan kurumsal ve siyasal dönüşüm hedeflerini benimsemedikçe, iktidarı alaşağı edecek bir blok inşası konusunda hiçbir sahici hedef göz önüne alınmamış demektir. Brezilya’da olsun, Şili’de olsun, Peru’da olsun, Bolivya’da olsun, merkez güçler, “demokrasi” blokunun safına geçerken, Yerli Halkların hakları konusunda statükoyu sarsan açık ve güçlü programlarla barışmayı da öğrendiler.
2023 seçimlerine giderken Türkiye’nin bir “pembe dalga” şurada dursun, bir “demokrasi dalgası”nın üzerine binip binmeyeceği “Millet İttifakı”nın Kürtlerin demokratik talepleriyle, Erdoğan rejiminin ırkçı-faşist bekası arasındaki kararsızlığına bir an önce son vermesine bağlıdır. Brezilya’nın ibreti üzerlerine olsun!