“Ben pek çok sebepten ötürü NATO’ya ve savaşa karşıyım. Savaşla ilgili deneyimim bunlardan biri. İsveç, Ukrayna’ya ve diğer ülkelere silah gönderdiğinde de buna karşıydım. Bizim İsveç’te bir barış tarihimiz var ve barış temin etme ve barış diplomasisinin NATO’ya ihtiyacı yok. NATO ve nükleer silahlar dünyaya ya da AB’ye daha fazla güvenlik getirmez.”
Bu sözlerin sahibi, Doğu Kürdistan’da doğan, Eylül 2022 seçimlerine kadar İsveç Parlamentosu, Riksdag’da bağımsız sosyalist milletvekili olan, Amina Kakabaveh’di.
Onun bu açıklamayı yaptığı Mayıs 2022’de 349 üyeli Riksdag, 43 milletvekilinin yokluğunda, aralarında Kakabaveh’in de olduğu 37 milletvekilinin “hayır” oyuna karşılık 269 “evet” oyuyla NATO üyelik başvurusunu onaylamış, İsveç’in iki yüzyıldır koruduğu “tarafsızlık” görünümüne çoktan son vermişti. İsveç kurulu düzeni, özellikle soğuk savaşın sona ermesinden bu yana Atlantik ittifakının güvenli kollarında aradığı muteber yere artık kavuşabilirdi.
Tam öyle olmadı. Bundan sonrası hepimizin bildiği bir Erdoğan klasiği, bir çeşit uzayan “at pazarlığıydı”. Ankara’nın Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerine eninde sonunda vereceği yolu güya tıkama tehditleri arasında bir kısmı TC yurttaşı olmayan, bir kısmı hayatta olmayan Kürt siyasal göçmenlerin “iadesi” için tepinme gösterileri; üçlü, dörtlü “muhtıralar”, “ev ödevleri”, “Anayasa ve yasa değişikliği” kastırmaları, “çalışma izleme grupları” palavraları; İsveç’in NATO üyeliği müzakeresi bahanesiyle, ABD yönetimiyle masa altından alışverişler ve nihayet patladığı gibi, dosyanın TBMM’ye sevki karşılığında Biden’dan istenen rüşvetler -F16’ların satışını onaylaması, Rusya’dan S-400 alımının cezası olarak F35 projesinden kovalandığında içeride kalan katılım parasının iadesi ve ABD’den “şahsı için” bir davetiye. Orada da durmak yok, katılım protokolünü imzalayıp TBMM’ye gönderdikten sonra muhatabı, kamuoyu üzerinden şavullamalar: “Biden’ı aramam şık olmaz, herhalde bizi bundan sonra kendisi ağırlar…”
Kakabaveh gerçekten İsveç’in en uzak görüşlü siyasetçisiymiş. İşin başında Erdoğan’ın manevralarını şöyle yorumlamıştı: “İsveç’in silah ambargosunu kaldırmasını istiyor. ABD’ye ve ABD Başkanı Joe Biden’a yaklaşmak istiyor. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği tartışılırken tartışmaya dahil etmek istediği çok konu var.” Öyle de oldu.
Ancak Kakabaveh, büyük sermayenin, savaş lobilerinin ve müesses nizamın tercihlerini hemen “halkın iradesi” diye kabullenmeyecek kadar İsveç siyasetinin iç dinamiklerine hâkim bir siyasetçi olduğu kadar, çatışma tehlikesi belirdiğinde geri kaçmaktansa onunla yüzleşme refleksleri gelişkin bir eski Komala savaşçısıydı. Oylama öyle sonuçlandı diye sesini kesmedi, Kürdistan ve Avrupa deneyimlerinden aldığı feyzle muhalefetini sürdürdü.
Tutumunu şöyle özetledi: “Ben Amineh olarak kendi deneyimimden söz ediyorum. Biz Kürtler olarak Türkiye, İran ve diğer ülkeler tarafından baskıya ve saldırıya uğradık; savaşı deneyimledik. Bu ülkede (İsveç) mülteciler var. Bu sebeple diğer pek çokları gibi ben de savaşa ve NATO’ya karşıyım. Biz milletvekilleri olarak İsveç’in 200 yıllık barış ve ittifaklardan azade olma durumunu değiştirmesine onay vermedik. İsveç çok uzun süredir herhangi bir ittifakın içinde yer almıyor; ittifaklardan azade olması önemli bir durum. İsveç NATO’ya üye olursa bu çok büyük bir hata olacaktır.”
Ne yazık ki, İsveç bu büyük hatayı işledi. Daha doğrusu, Avrupa jeopolitiğinin ülkeye sunduğu tarihsel avantajları özgürlükçü ve demokratik bir iç ve dış siyasete tercüme eden Olof Palme’nin öldürülmesinin ardından onun radikalizminin etkileri silikleştikçe siyaset sınıfının “tarafsızlığı” bir kez daha İkinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi sağa savrulmaktan kurtulamadı. İsveç’in “tarafsızlığı” İkinci Dünya Savaşı’nda ona, üzerine bomba düşmeden Nazi imparatorluğunun rakipsiz demir çelik tedarikçiliği statüsünü sağlamıştı. Stockholm’ün, Soğuk Savaş’ta da Sovyetler Birliği karşısında kendisine NATO’nun üyesi olmadığı halde üyesi gibi davranma marjı tanıyan elverişli koşullar altında sürdürdüğü bu konumunu Rusya-Ukrayna savaşında da sürdürmeyişinin nedeni sahici ve ağır bir “Rus istilası” tehdidinin mevcudiyeti değildi.
İsveç’in geleneksel savunmasında çok özel tarihsel bağları olan Finlandiya’nın bir an önce NATO’nun kollarına atılma doğrultusunda yarattığı basınç ve “en kötü durum” senaryosunda kendisini kendi gücüyle koruyabileceğine olan inançsızlığı ve hepsinden önemlisi, neo-liberal etkiler altında Palme döneminde olduğu gibi bir küresel üçüncü güç inşasına yönelik iddialarını yitirmiş olması, İsveç’in “Sosyal Demokrat” seçkinlerini Erdoğan’da feraset bulmaya kadar itekledi.
NATO’ya üyelik başvurusu yapıldığı tarihte Dışişleri Bakanı olan Ann Linde, Ankara’nın direnci karşısında dara düştükçe “Türkiye’nin ciddi bir şekilde terör saldırılarına maruz kaldığını ve biz dahil diğer ülkelerin bunu ciddiye almadığını düşünüyorum” demeye başladı.
Linde İsveç yardım kuruluşlarının Rojava’ya sağladıkları kalkınma yardımının “terörün finans kaynağı” olarak nitelenmesine de hak verdi: “Finans kaynakları konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bunları eleştirme hakkı var. Bu, Erdoğan’a İsveç’in terörist olarak sınıflandırılan PKK’dan gelen tehdidi ciddiye almadığını eleştirme hakkı da veriyor” demekten de ar etmedi.
Kakabaveh ve arkadaşları, küresel nükleer savaş riskini artırmak dışında İsveç halkının öz savunması açısından hiçbir olumlu sonuca varmayacak ve İsveç’in savunma ve güvenliğini zımni iş birliklerinin ötesinde Washington’ın nüfuzuna terk edecek “NATO genişlemesi” projesini durdurmayı bugün için başaramamış olabilirler. Ancak enternasyonalistlerin hem kıtasal hem bölgesel ölçekte en öncelikli görevi olan “barış hakkı” uğruna mücadele tek fazlı ve tek yönlü bir mücadele değil.
Erdoğan’ın da temsilcilerinden biri olduğu Avrupa’nın doğusundaki savaş, hegemonya, tahakküm, milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını inkar ve ırkçılık dinamikleri karşısında TBMM’de İsveç’in NATO’ya katılım protokolü tartışmalarında kararlı bir meydan okuma, Olof Palme’nin uluslararası dayanışma, insan hakları ve toplumsal adalet uğruna mücadele mirasını sahiplenen İsveç demokratlarıyla Türkiye ve Kürdistan halkları arasında silahsızlanma, barış, antisömürgecilik ve antiapartheid çizgisinde bir başka uluslararası ortaklığın kurulmasının hem mümkün hem gerekli olduğunun canlı kanıtı olacaktır. Boşuna çekilmedi bunca acılar…