Boris Johnson, şimdiye kadar Türkiye kamuoyunda “son-Osmanlı” büyük dedesi Ali Kemal üzerinden konuşuldu. Gerçekten de Ali Kemal’in İstanbul’dan kaçırılarak İzmit’te linç edilmesi, Osmanlı’dan cumhuriyete geçişin “kurucu” hamlelerinden biri, yeni rejimin karakter ve gidişatının belirleyici niteliği olması hasebiyle önemlidir ama Boris Johnson’u tanımlamak açısından hemen hiç önemi yoktur.
Johnson, varlıklı ve nüfuz sahibi bir ailenin, İngiliz siyasal elitinin bir üyesi olmak üzere yetiştirilmiş oğludur. Ülkenin en seçkin eğitim ve yüksek öğrenim (Eton College ve Oxford Üniversitesi) kurumlarından diplomalıdır. Mezuniyetini takiben yine ülkenin başta gelen muhafazakar basın kuruluşu Daily Telegraph’da gazetecilik yapmış, Brüksel’den yaptığı Avrupa karşıtı abartılı haberlerle ünlenmiş ve sonunda ülkenin en seçkin muhafazakar dergisi The Spectator’a editör yapılmıştır. Muhafazakar Parti içinde de Johnson’un yükselişinin, sürekli kendini tekrarlayan “zina” skandallarına rağmen hiç kesintiye uğramadığını görüyoruz.
Avrupa Birliği’ne (AB) karşı “ulusal egemenlik” şiarının kararlı bir savunucusu olarak ün kazanan Johnson, 2001’den bu yana Muhafazakar Parti milletvekilidir. En önemli siyasal başarısı, 2008 yılında İşçi Partisi’nin “kalesi”ni devirerek Londra Belediye Başkanlığı’nı kazanması olmuştur. Iki dönem belediye başkanlığının ardından Londra’yı kaybettikten sonra Brexit referandumu ile birlikte Johnson kendini Majestelerinin Dışişleri Bakanı makamında buluyor.
Başbakan Theresa May önderliğinde AB ile bir çıkış anlaşmasına varmaya çalışan İngiltere, bu konuda önemli engellerle karşılaştı. En önemlisi, AB ile serbest ticaret ve serbest dolaşımın önüne konulması zorunlu engellerin belirlenmesiydi. Şartları iki tarafı da tatmin edecek bir anlaşma sağlamadığı takdirde İngiltere ya da AB ve belki her ikisi de Brexit’den büyük zarar görebilir. Buna bağlı olarak, AB üyesi olarak kalan İrlanda Cumhuriyeti ile Birleşik Krallık içinde kalan Kuzey İrlanda arasında oluşacak gümrük duvarı ile İrlanda adasının yeniden bölünmesi olasılığı önemli bir sorun çünkü Kuzey İrlanda barışı, büyük ölçüde iki İrlanda’nın AB çatısı altında fiilen bütünleşerek aradaki sınırın zaman içinde işlevsizleşmesi perspektifi üzerinden gerçekleşmişti.
Ülkenin bu açmazlarına, aşırı sağın savunduğu “sert-çıkış” argümanlarıyla çözüm getireceğini ilan eden Boris Johnson, geçtiğimiz hafta istifa eden May’in yerine Birleşik Krallık başbakanı seçilmiş bulunuyor. Onun önderliğinde İngiltere’nin Ekim ayı itibarıyla AB’den çıkması artık kesinleşmiş bulunuyor.
Johnson’un aşırı sağcılığı AB karşıtı tutumuyla sınırlı değil. Göçmen ve yabancı düşmanlığı ile sivrilmiş ırkçı ve cinsiyetçi dili bu güne kadar mizah ve şaka kisvesi altında onu sıklıkla ele verdi. Bu alandaki şampiyonluk yarışında ABD başkanı Donald Trump’ın ünvanına göz dikmiş olduğu açık.
ABD yönetimi ile zihni yakınlığına rağmen dış politikada özellikle İran konusunda İngiltere’nin farklı bir siyaset izlemesi şaşırtıcı olmayacak. Benzer biçimde Rus yönetimi ile Ortadoğu’da ve Avrupa’nın doğu sınırlarında tırmandırılan gerilimin ve Çin yönetimine karşı açılan ticaret savaşının da Johnson yönetiminden tam destek görmeyeceği öngörülüyor.
Johnson’un başbakanlığı, Trump, Bolsonaro, Erdoğan ve Putin isimlerinden oluşan küresel kervana önemli bir katılım olma yanında AB genelindeki sağ populist yükselişin önemli bir zirvesi olarak da okunmalıdır. Benzer eğilimler hem AB’nin kalbi İtalya, Fransa ve Almanya’da hem İskandinav ülkelerinde hem de AB’nin doğu marjinlerindeki Polonya ve Macaristan’da bir süredir yükseliş halinde. Yükselen sağ populist söylemin dipteki itici gücünün Avrupa dışından mülteci akınına duyulan popüler tepki olduğu biliniyor. Buna bağlı olarak popülistlerin başlıca iki argümanı ayırt edilebilir: Birincisi anti-elitizm ya da müesses nizam karşıtlığı. Erdoğan’ın “monşerler”, “Cehape zihniyeti” ve “Bay Kemal” yakıştırmaları misali, sağ populist akımlar ülkelerinin içinde bulunduğu sorunlardan halkına yabancılaşmış müesses nizamın “liberal” seçkinlerini sorumlu tutuyorlar. Irkçı, cinsiyetçi ve homofobik eğilimler karşısında duruş sergileyen “solcu” entelektüel ve kültürel “elitler” de bu söylemin hedefinde. İkinci argüman, milli egemenlik. Buna göre AB “Avrokrasisi” ulus-devlet hükümetlerine Brüksel’den dayatmalarda bulunarak üye ülkelerin milli egemenlik haklarına anti-demokratik biçimde saldırmaktadır.
AB içinde yükselen bu “ulusalcı” eğilim, özellikle dış siyaset alanında Rusya ve Asya güçleriyle ilişkilerinde ABD’nin “Atlantikçi” dayatmalarından görece özerk davranma talepleri anlamında Türkiye’deki Avrasyacı ve Ulusolcu eğilimle paralellik gösteriyor. Boris Johnson’un İngiltere iç siyasetindeki icraatleri kadar dış siyasette alacağı tavır da bu akım tarafından yakından izlenecek. Öyle görünüyor ki son Osmanlı’nın büyüktorunu, yalnızca Brexit’in değil cümle Düvel-i Muazzama’nın da bundan sonraki kaderi açısından tayin edici olacak.