Toplumsal yaşamda ahlaki yozlaşmanın ifadesi, cisimleşmiş halidir ‘ahlak polisi’. Bireylerin sokaktaki davranışlarını, giyim- kuşamlarını zaptiye gücüyle sınırlama düşüncesi, en yalın haliyle insan hakları ihlalidir. İran’da molla rejimi bu yöntemle kendi dünya görüşüne uygun bulmadığını polis gücüyle hizaya getirmeyi görev edinmiş, bunun için de özel bir kolluk gücü oluşturmuş.
Türkiye’de gücünü yasalardan alan böyle bir birim henüz yok. Bu eksikliği sokakta başıboş dolaşan ‘ahlak bekçileri’ üstleniyor. Bunlar da duruma göre, bazen minibüste şortlu bir kadını tekmeleyerek, bazen de küpe takmış veya vücuduna dövmeler yaptırmış bir erkeği hırpalayarak hizmetlerini ifa ediyorlar.
Ahlakın korunması için yasal sınırlar olmadığından, bu gönüllü bekçilerin müdahale alanı oldukça geniş. Evde hayvan beslemenin caiz olmadığı gibi ne idüğü belirsiz saptamalarla komşularını taciz edenler, sokak hayvanlarını besleyenlere saldıracak kadar fütursuz olabiliyor.
Bu saldırganlığın örgütlü haline de rastlanıyor toplum yaşamında. Örneğin kendilerine ‘Tebliğciler’ diyen kimi sarıklı, cüppeli zevat da içkili mekânları ziyaret edip, insanlara alkol kullanımının ne gibi veballeri olduğunu uygun bir lisanla anlatmayı kendine vazife edinmiş.
İran’da ahlak polisi uyguladığı şiddeti, yasaların kendisine tanıdığı haklar ve yetkilerle meşrulaştırıyor. Görevi insanların giyim- kuşamını denetlemek olan, bu konuda uygun bulmadıklarını cezalandırma yetkisiyle donatılmış bir kolluk biriminden söz ediyoruz.
Türkiye’de ise gönüllü ahlak bekçileri, uyguladıkları şiddetin meşruluğunu hükümetin söylemlerinden ve yargının hoşgörüsünden alıyor.
Gerçekte yaşanan ise bireylerle sınırlı bir ‘insan hakları’ kavramıyla, bireyi hiçleştiren ‘toplumsal değerler’ kavramının çatışmasıdır.
Birey olarak insanı ve onun taleplerini yok sayan, kişileri ancak temsil ettiği aidiyetle, inancıyla, etnik kimliğiyle, gitgide aşiretiyle, memleketiyle anlamlandıran bir anlayış, bu normlara uyumlu olmayan davranışlara da tahammül gösteremez.
İran’da geçtiğimiz hafta boyunca yaşanan olaylarda, bireyin salt insan olmaktan kaynaklanan temel hakları olduğu, hiç kimsenin bir başkasının bu haklarına müdahale edemeyeceği ilkesinin hoyratça çiğnenmesine karşı oluşan tepkiyi yaşadık. Molla rejimi bu tepkiyi, cinayet işleyen kolluk güçlerinden hesap sorarak soğutabilirdi. Ancak bu tercih, bize çok da tanıdık gelen bir gerekçeyle, ‘kolluk kuvvetlerinin görev şevkini zayıflatabilir’ düşüncesiyle kabul görmedi. Başka bir deyişle kitlelerin tepkisi karşısında iktidar erkinin geri adım atması anlamına gelecek bir durumun oluşması istenmedi.
Ne var ki İran, küresel ölçekte bir hayli kırılgan hale getirilmiş bulunuyor. Batıda ülke içindeki bu yarılmadan yararlanmaya teşne bir yığın siyasi aktör mevcut. Bunlar Suriye’de yaptıkları gibi, ‘demokrasi güçlerine destek’ adı altında İran muhalefetine silah desteği sağlamak için her türlü fedakârlığa hazırlar. Bu konuda Türkiye’nin aktif desteğini almak için büyük bir çaba da gerekmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD başkanıyla fotoğraf vereceği bir buluşma, seçim sürecindeki iktidar için can simidi işlevi görebilir.
Protestoların özellikle ülkenin batı eyaletlerinde hükümet güçleriyle çatışmaya evrilmesi, çok ciddi gelişmelere yol açabilir. Molla rejimini koruma dürtüsü İran’ın ülke bütünlüğüne, dahası 7 bin yıllık devlet varlığına yönelik önemli zaaflara zemin oluşturur.