Game Of Thrones, Chernobyl derken şimdiden efsaneleşmiş dizi Black Mirror’ın, üç bölümlük, beşinci sezonu beklediği ilgiyi göremedi, bu iki dizinin yarattığı tartışmanın gürültüsünden fırsat bulup kendisinden söz ettirmeyi başaramadı gibi. Oysa “nerede o eski bayramlar” temalı, vasatlığıyla insanın canını acıtan yerli ve milli bir reklam filmi bile yapmışlardı. Ama olmadı.
Olmayan diğer bir şeyse, aslında dizinin beşinci sezonuydu. Teknolojik ilerlemenin insanlığa yapıp ettiklerine ve muhtemel yapıp edeceklerine odaklanan ve temel rotasını teknoloji üzerinden belirleyen bir dizi olarak Black Mirror, dördüncü sezonla birlikte Netflix’le anlaşmasının ardından, rotasını bir nebze kaybetmişti. Amerikan izleyicisinin (ve tabii ki Netflix’in) beklentileri doğrultusunda kurgusundaki aksiyon çıtasını yükselten dizi, beşinci sezonuyla birlikte kendisine sunulan çerçevenin içerisine tamamen sıkışmış gibi gözüküyor.
Aslında, Black Mirror, genel yapısı itibariyle ideoloji olarak teknoloji söyleminden kaçışı mümkün kılan bir metin değildi hiçbir zaman. Teknoloji ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi dert edinen, teknolojik ilerlemenin ekonomi-politik yanına ve ardındaki motivasyonlara dikkat kesilen bir metin olmanın aksine, eleştirisinin temeline, teknoloji içerisindeki kazaları koyan bir diziydi. Birçok bölüm, kurulu teknolojik atmosferin değil, bu atmosfer içerisinde gerçekleşen felaket düzeyindeki kazaların imkân verdiği bir distopyayı barındırıyordu. Bu distopyalar, kendi içerisinde kendisinin eleştirisini barındıran kurgular değil, kendi içerisinde sadece kendisinin gösterisini muhafaza eden hikâyelerdi. Bunları ilgi çekici kılan ise, iletişim teknolojilerinin hâlihazırdaki etkilerinden de, içlerinde barındırdığı potansiyellerden de distopik bir kuşkuyla söz etmenin verdiği hazdı. Ancak bu bağlam bile hayal gücünü işe koşan, eleştirel okumalara olanak tanıyan bir yapıdaydı.
Oysa dördüncü sezonla birlikte, dizide teknolojiyle harmanlanmış insanların karşılaştığı toplumsal sorunlar, yerini çılgın insanların yarattığı tekil sorunlara bırakmış, kendi kötü amaçları için teknolojiyi kullanan dâhiler ön plana çıkmıştı. Beşinci sezonda gördüğümüz ise, teknolojinin daha da arkalara gönderilip, bir fon, bir dekor ya da bağlaç hâline gelmesi; kaza mefhumunun tamamen sosyal kazalara indirgenmesi ve aksiyonunun başrole oturması oldu.
İkinci bölümü ele alırsak, eşini kaybettiği trafik kazasından bir sosyal medya uygulamasını sorumlu tutup, uygulamanın sahibi şirketin bir stajyerini rehin aldığı bir gösteriyle hayatına son vermek isteyen Chris’in hikâyesi, “araba kullanırken telefonunuzu kullanmayınız” mesajı vermekten, artık klişeleşmiş (gerçek olsa da) “sosyal medya uygulamaları bağımlılık yapıyor” uyarısını tekrar etmekten başka ne anlatıyor? Chris’in polisler tarafından arabada kıstırılması ve hikâyenin devamı bir Netflix yapımı için zekice kurgulanmış olsa da, elimizde rehin alma macerasından ve Stockholm sendromu deneyiminden başka bir şey kalmıyor
Aynı şey, diğer iki bölüm için de geçerli. Birinci bölümde, insan zihninin yapay zeka marifetiyle kopyalanması temasının, ünlü bir popçu ve onun hayranı genç kızın, tesadüfler zinciri sonucu bir araya gelmesi hikâyesine sadece bir tesadüf zinciri olarak eklenmesini görüyoruz. Birinci bölümde ise, eski iki arkadaşın, sanal gerçeklik uygulaması sayesinde, birlikte farklı bir cinsel deneyim keşfetmelerini ve deneyimin hayatlarını değiştirmelerini.
Üç bölüm de, Netflix için iyi kotarılmış yapımlar olabilir, ancak Black Mirror için değil. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, üçünde de temel rota teknoloji değil. Teknoloji finale giderken kullanılan yardımcı oyuncu sadece. Daha da önemlisi, üçünde de distopik unsurlardan eser yok. Teknolojinin distopik potansiyellerinden bahsetmenin verdiği hazzın talep edilmesinden vazgeçilmiş belli ki. Durum böyle olunca, yaşadığı çağın sosyal potansiyellerine yönelen seyirci hedef alınmış ve karşımıza Black Mirror’ın yeni sezonu yerine Easy benzeri yeni bir dizi çıkmış.