Hem bir siyasetçi hem de bir entelektüel olarak Türkiye komünist hareketinin en özgün ve en üretken şahsiyetlerinden biri olan Hikmet Kıvılcımlı aynı zamanda yaman bir pratikçi ve ajitatördür de. Ülkesini ve insanlarını çok iyi tanıyor oluşu, kavranışı çok zor teorik sorunları bir köy kahvesindeki insanlara anlatır gibi anlatması, tüm teorisini hayatın orta yerinden inşa ettiği örnekler üzerine kurması Kıvılcımlı’nın, kendini devrimci bir yaşama adaması ve halkının kurtuluşunu her şeyin önüne koymasıyla çok alakalıdır. Bu yaşam tarzı ve duruşu on sekiz yaşında komünist hareketle tanışmasından altmış dokuz yaşında acılar içinde ve hazin bir şekilde sürgünde son nefesini verdiği ana kadar devam etmiştir. Kırkın üzerinde kitabı, yüzlerce makale ve broşürüyle bugünün bile ilerisinde olan görüşleriyle, işkencelerden ve sorgulardan, yirmi yıla varan hapis hayatından başı dik çıkan bu komünistin, Türkiye komünist hareketi tarafından bir dönem nefret nesnesi haline getirilmesinin, görmezden gelinmesinin nedeni asıl olarak onun diğer birçok TKP önderinin aksine alt sınıf kökenlere sahip olmasıyla ilgilidir. Yine diğer komünistlerin aksine çok köklü bir Kemalizm eleştirisi yapması, Ermeni soykırımına yaklaşımı ve elbette Kürdistan’ın sömürge olduğu tespiti onun komünist hareket ve entelijansiya tarafından yok sayılma nedenleridir.
Toplumsal ve politik kimliği, Urfa’dan göç etmiş yoksul bir Kürt ailesinin çocuğu olarak Adana’da sınıfsal ve etnik olarak yaşadığı derin çelişki ve çatışmalarla şekillenmiş, hamallık yaparken yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsüyle daha on sekiz yaşındayken komünizm propagandası yapmak suçuyla yargılanmış, “Boynu Bükük Öldüler” romanıyla Orhan Kemal ödülü almış, senarist, yönetmen, oyuncu ve yapımcı olarak onlarca filmin yaratıcısı olmuş, Türkiye sinemasında bugün halen ulaşılamayan bir estetik yaratıcılığın sahibi olmuş, Cannes Film Festivali olmak üzere ulusal ve uluslararası festivallerden ödüller almış, içeride dışarıda sinema sanatının bir duayeni olarak övgü almış, saygı görmüş, gözaltılar ve hapishanelerle dolu 47 yıla sığdırdığı ve tıpkı Hikmet Kıvılcımlı gibi ülkesinden uzak sürgünde yakalandığı kanser hastalığıyla hayatını kaybetmiş Yılmaz Güney, yok sayılamayınca her sene ölüm yıl dönümünde Türkiye’deki egemen kültür endüstrisi tarafından, bir nefret nesnesine dönüştürülmeye ve bir şiddet sembolü olarak itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Muazzam bir emek sömürüsünün yaşandığı, kadınlara dönük şiddet ve cinsel istismarın ayyuka çıktığı, yakışıklı oğlanla güzel kızın, plazalarda ve konaklarda geçen aşk-ayrılık-kavuşma hikâyeleriyle yokluk, yoksulluk, sömürü ve talanın manipüle edildiği, erkek egemen anlayışın ve şiddetin yeniden yeniden üretildiği egemen kültür endüstrisi içindeki popüler bir figür olarak yer alan Yılmaz Güney’in ne dünyasıyla ne yarattığı sinemayla en ufak bir ilgisi, ilişiği olmayan genç bir kadın oyuncunun attığı işaret fişeği ile başlayan bu linç kampanyası öyle kendiliğinden gelişen bir durum değildir. Tıpkı Kıvılcımlı gibi, Güney’in geldiği alt sınıfsal kimlik ve Kürdistan’ı bir sömürge olarak gören itirazı ve mücadele perspektifi ile yakından ilgilidir bu linç kampanyası. Güney’in şiddet, özellikle de kadına şiddetle ilgili geçmişi asla tartışmadan ve eleştiriden münezzeh değildir. Kendisi de yaşarken, yaşamının bu evresinin eleştirisini kabul etmiş, özeleştirisini vermiş ve bu yöndeki değişimin güçlü bir emekçisi olmaya çalışmış ama bunu tekamül ettirebilecek bir ömrü yaşama şansı olmamıştır. Kadın özgürlük mücadelesinin sahibi kadınlar, özeleştirisini vermiş olsa da Yılmaz Güney dahil tüm erkeklerin, özellikle de güçlü erkek figürlerin cinsiyetçiliğini ve kadına dönük şiddetini elbette eleştirecek ve mahkum etmeye devam edeceklerdir. Fakat bu eleştiriyi en son yapacak olanlar, ırkçı, homofobik, cinsiyetçi, tekçi, tüm ötekilere yaşamı zindan eden şiddetin yeniden yeniden üretilmesine, meşrulaştırılmasına muazzam bir katkı sunan kültür endüstrisinin ikiyüzlü figüranları olamaz. Yeşilçam’ın kadına, Türk ve Müslüman olmayana karşı şiddeti öven filmlere imza atan, kendi yaşamlarında da ırkçı, cinsiyetçi şiddeti yaşatan oyuncu ve yönetmenlerini bırakalım eleştirmeyi, saygıda kusur etmeyenlerin Güney’e dönük eleştirilerinin art niyetsiz ve samimi olduğunu düşünmek mümkün değildir. Zeki Demirkubuz’un yıllarca hikayelerini çalmakla itham ettiği, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan ve büyük ödüle aday gösterilen “Ahlat Ağacı” filminde taşralı bir yazarın hikayesini çaldığı mahkeme kararı ile sabit olan fakat kültür endüstrisinin itibar ettiği, övgüler dizdiği bir milli ve yerli ve son derece erkek yönetmene bu utancını hatırlatmak bir yana, filmlerinde oynamak için can atanların ortaya koyduğu şey eleştiri değil, art niyetli, ırkçı ve sınıfsal kinle beslenen hezeyanlardır. Bu hezeyana dahil olan Kürtleri de kolonyalizmin uşaklığından tövbeye davet etmekten başka bir şey gelmez elden.