Halkın iradesini türlü oyunlarla gasp etmek isteyen güç zehirlenmesi geçiren iktidara halk, çok sert bir biçimde “artık yeter” dedi. Bundan sonrası artık yeni bir “Rabe” çağrısıdır. Dün “vakit geldi” dedik, bugün “bahar geldi” diyoruz
Salihe Aydeniz
31 Mart 2024 yerel seçimlerinde kazanılan zaferimizi sandık başında bir kavgayı ayırırken öldürülen Emin Çelik arkadaşımıza ithaf etmek istiyorum öncelikle. Emin Çelik, hepimiz gibi sandık başında yaşanabilecek her şeyi tahmin ederek güvenlik talebinde bulundu ve talebi karşılıksız kaldığı için yaşamını yitirdi. Yoldaşımızın anısı mücadelemizde yaşayacak.
Bu seçim tam olarak otobüslerle asker taşıyanlar, pusula yakanlar, her türlü “ali cengiz oyununu” oynayanlar ile sandıkları canı pahasına koruyanlar, iradesine özgürlüğü pahasına sahip çıkanlar arasında geçti. Bu seçim yine Kürdistan’da devlet ve halk arasında geçti. Halkın iradesini türlü oyunlarla gasp etmek isteyen güç zehirlenmesi geçiren iktidara halk, çok sert bir biçimde “artık yeter” dedi. Kendi kentinin, sokağının, kültürünün ve dilinin ancak kendi himayesinde olabileceğini açıkça ifade etti.
Taşınan asker ve polislerle yürütülmek istenen gasp süreci çok sert bir duvara çarptı: Halk onuru. Her ne kadar Savur, Şırnak, Uludere, Çukurca, Bitlis ve Kars gasp edildiyse de bütün gasp girişimlerine en yüksek perdeden çıkarılan ses, güzel yarınların habercisidir. Bizim olanın tamamı henüz alınmadıysa da bunu başaracak ruh ayaktadır.
Şüphesiz bu seçim sürecinde iki sembol var: “Konuş, sen nerelisin?” cümlesiyle Xalê Silêman ve faşizme karşı kararlı gülüşüyle 4 Nisan’dan 16 Nisan’a kadar rehin tutulan Muhammed. Biri 6 bin askerin taşınmasıyla gasp edilen Şırnak’tan faşizmi ve işgali en yalın haliyle anlatan bir cümle kurdu, diğeri ise iradesi yeniden gasp edilmek istenen Van halkının devlete verdiği duruşun vücut bulmuş hali oldu.
İkisi de aynı şeyi anlattı aslında: Kürdistan bizimdir. Belediyemiz bizimdir. Asimilasyon politikalarınızın bu topraklarda bir gücü yoktur.
Bugün Xalê Silêman’a bir kolonyalizm pratiğini parmağıyla doğrudan işaret ettiği için “seçim kanuna muhalefetten” soruşturma açıldı. Bu da devletin neden orada olmaması gerektiğinin itirafıdır aslında. Eşit bir hukukta açılan soruşturma askerleri taşıyanlara olurdu çünkü. Bu tabloda kim, nereye ait olduğunu veya olmadığını çok iyi biliyor.
Türkiye’de ve Kürdistan’da uzun zamandır hiçbir seçim sadece yapıldığı günle sınırlı kalmıyor. Seçimin hemen ardından ya irade gaspı ya da hırsızlık gündem oluyor. Van’da yeni nesil kayyum denemesine girişen ve yenilen iktidarın atanmış maşaları, Cizre’de ve Kızıltepe’de giderayak çay tepsisine kadar her şeyi alıp götürdü. Ve tabii ki belediyelerdeki asıl tablo yeni yeni gün yüzüne çıkıyor: Kasalar boş, borçlar sırada, halka hizmet yok. Kürdistan mümkün olan her yolla talan edilmek isteniyor. Halkın cebinden çalınan paralar, daraltılan istihdam alanları, gasp edilen kurumlar ve dernekler… Bu yönüyle yapılan gasplar şaşırtmıyor. Birçok yerde mazbataların geciktirildiği süreçte belediyelerin “temizlendiği” sır değil. Halfeti’den Cizre’ye, Kızıltepe’den Dargeçit’e saklanmak istenen her şey, bütün yolsuzluklar ve deliller ortadan kaldırılana kadar beklendi. Son haftalarda belediyelerin bütün taşınmazları satıldı neredeyse. Giderken arkalarında yalnızca boş binalar ve işlevsiz belediyeler bırakmak isteyen kayyumların ve devletin unuttuğu bir şey var: Bu halkın güçlenme ve ayağa kalkma hızı. Bu halkın “hebûn” ve “xwebûn” gerçeği.
Devlet kendi yurttaşının sorusuna, gülüşüne tahammül edemiyor, iradesine darbe vurmanın her türlü yolunu arıyorsa, orada uygulanan açıkça bir sömürge politikasıdır. Bir seçim sonucunda halk zaten kazandığının çalınmaması için sokaklara dökülüyorsa ve bu gasp girişimi direkt olarak belli bir halkın kazanımlarını hedef alıyorsa, orada uygulanan açıkça bir sömürge politikasıdır. Devletin “at koşturacak meydan” olarak gördüğü şehirlerde gitmeden önce saklayacak ve yok edecek çok fazla şeyi varsa, o halkı hiçbir zaman benimsememiştir ve sömürge hukuku yürütüyordur. Bütün bu yaşananlara karşı sandıkta cevap veren ve sokaklara dökülen Kürt halkı “artık yeter” diyor. “Devlet, iddia ettiği gibi herkesin devleti ise öyle davransın” diyerek davet ediyor.
Yine Van’da kurulan bir cümlenin yeterince konuşulmadığını düşünüyorum: “Biz yıktık, biz temizleyeceğiz” diyor iradesini sokakta savunan bir genç zaferden sonra. Her seferinde kolonyalistin karşımıza koyduğu özel savaşa, sistem düzenine karşılık kendini defalarca yıkıp yeniden inşa eden, eleştiri-özeleştiri mekanizmasını benimsemiş bir fikriyat için bundan iyi bir özet olamaz.
Bugün eşbaşkanlık sistemiyle, kadın özgürlükçü paradigma ışığında erkek egemen tekçi anlayışı yıkmak yolunda olan fikriyat bugünlere dolu kasalarla gelmedi, inançla geldi. Kentleri inşa etmek için de, kendi yaşam alanımızı insan onuruna yaraşır bir şekilde kurmak için de elimizdeki güç, mücadelemizdir. Bugün Van’ın girişinde-çıkışında insanları normalden de fazla “kimlik kontrolüne” maruz bırakan, bir şekilde tacizlerine devam edenlere karşılık iki kez zafer kazanan Van’da hala bayram havası var. Aynı hava Amedspor’un şampiyonluğu için Kent Meydanı’nda, Parkorman’da bir araya gelerek kenetlenenlerde de var. Halk, kendisinin olanı söke söke geri aldı ve sokağın gücünü, meşru taleplerin dile getirilmesinin yollarından birini tekrar gösterdi.
Bundan sonrası artık yeni bir “Rabe” çağrısıdır. Dün “vakit geldi” dedik, bugün “bahar geldi” diyoruz. Bu baharın çiçeklerini birlikte büyütmenin, kadın kentlerini hep beraber inşa etmenin ve birlikte nefes almanın zamanıdır. Bu uğurda mümkün olan her yolun denenmesi lazım. Kültür ekibinin başlattığı 9’uncu Amed Tiyatro Festivali sıcak bir ilk adım oldu yeni sürecimizde. Bir bahar akşamı, kayyumun varlığında bahçesinde toplanamayacağımız ve aslında bize ait olan bir yapıda sıcacık bir atmosferde bir aradaydık. Elbette gasp sürecinde de alan olarak, yapı olarak alternatifler yaratabiliyorduk bir araya gelişlerimize. Ancak yaşamdan siyasete, bir iradenin “Buradayız” dediği güçle bir araya gelmenin tadı bambaşka. İşte yapmamız gereken tam da bu birliktelikleri her alanda arttırmak. Halk, “Bu şehirler bizim” dedi. Bize düşen, toplumsal birlikteliği, sevgiyi, dayanışmayı yeniden sokağa indirmek için bu şehri her imkanıyla halkın ayaklarının altına sermektir. Bu sadece “ödenek” meselesi değil, kendi cebinden alıp kendi cebine koyan devlet aklının bu halkı köşeye sıkıştırabileceğini düşünmesine karşılık görevimiz; yüzyıllardır süren inadımızla hep yaptığımız gibi alternatiflerimizi kurmaktır.
Bu alternatife dair perspektif de çok uzakta değil, yanı başımızda, paradigmamızda saklıdır. Bu mücevher işlenirse kendi belediyesini geri alan halkın gözündeki ışıltının şehirlere yansıması oldukça kolaydır.