Ne zaman iktidarı, ana muhalefeti, rekabet içindeki “erk”ler aynı safta buluşuyorsa bilin ki karşılarında ezilen cins, ezilen halk ya da ezilen mezhep veya onun mensubu biri vardır. İktidar olmanın ilk kuralı gücünü az olan “senden” olmayan “eşitsizliğin mağduru olan” kısaca herkese benzemeyen karşısında göstermektir.
Geçmişte bu iktidar odaklarının hedefinde sık sık Kürtler, Aleviler, her daimse kadınlar vardı. Bugünse ufukta yeni bir düşman beliriyor: Suriyeli sığınmacılar. Son 1 ayda yaşadıkları kuşatmayı düşünün, geri gönderilmeler, kentlerdeki saldırı ve linçler, çalıştıkları işyerlerine kesilen cezalar…
Türkiye’de 2019 itibariyle 3 Milyon 6 binden fazla Suriyeli geçici koruma statüsüyle yaşıyor. Suriye’den göç edenlerin sayısı arttıkça ülke içindeki göçmen düşmanlığı da yükseliyor. Oysa göçler, egemen tabirle Türkiye’de bugünkü “emek piyasası”nın şekillenmesinde önemli bir role sahiptir. 1950-60’larda yaşanan kırsal çözülme ve kırdan kente göç dalgası ile kitlesel işçileş(tir)me süreci yaşanmıştır. İkinci büyük dalga ise 1990’larda yaşanan Kürt halkının zorunlu göç dalgasıdır. Elbette zorunlu göç dalgası olağan kırsal çözülme ile bir değil ve benzeşmiyor. Kürt halkı 1990 sonrası geçim araçlarına el konularak, köy yakma ve köy boşaltmalarla mülksüzleştirildi ve göç ettirildikleri şehirlerde işçileşti.
Köyden kente gelerek çalışma hayatına vasıfsız işgücü olarak katılan Kürt işçiler, kabartılan ırkçılığın da yarattığı atmosferle sermaye tarafından sınıfın en alt katmanı olarak konumlandırıldı. Göçmen işçiliğin evrensel kanununa uygun olarak kimsenin yapmak istemeyeceği ağır-tehlikeli-geçici güvencesiz işlerde çalıştırıldılar. Neoliberalizmin güvencesiz çalıştırma stratejisinin göbeğinde yer aldılar.
Bu kanun Türkiye’de şimdi Suriye’den gelenler için de işliyor. Türkiye’deki çalışma hayatı bu göç dalgası ile yeniden şekilleniyor. Maruz kaldıkları toplumsal ayrımcılık Suriyeli işçilerin varlığını ve emeğini değersizleştirirken yasal mevzuat da onları adeta kayıtdışı çalışmaya itiyor. BBC’den Mahmut Hamsici’nin haberine göre Suriye’den gelen ve geçici koruma statüsünde birisinin bir işyerinde çalışabilmesi için bakanlıktan izin alması gerekiyor. İşverenin onu işe alabilmesi, işyerinde en az 1 Türk’ün çalışması, fabrikalardaki sığınmacı sayısının yüzde 10’u geçmemesi gibi belirli kota ve kurallara bağlı. İşveren bu külfetli sürecin altına elbette girmek istemiyor. Öte yandan geldiği bu ülkede hayatta kalma kaygısı da Suriyeli işçileri daha kötüsüne, azına razı olmaya yöneltiyor. Aynı haberde resmi verilere göre Türkiye’de yalnızca 31 bin 185 Suriyelinin çalışma izni olduğu belirtiliyor, kayıt dışı çalışan Suriyeli sayısının 1 milyonu aştığı tahmin ediliyor. Ortalama ücretlerin 1000 lira civarında olduğu biliniyor. Sermaye ve yasa yapıcılar tarafından yaratılan, ırkçılıkla toplumsal zemini oluşturulan bu kayıtdışı düzen göçmen işçilerin işverenlerin azgın sömürüsünü dizginleyecek asgari ücret, sigorta, haftalık 45 saat çalışma gibi bariyerlerden mahrum kalması anlamına geliyor.
Suriyelilere dayatılan bu gayri insani çalışma koşulları bir yandan da sınıf içi rekabet yüzünden Türkiyeli işçilerin çalışma koşullarını aşağıya çekiyor. Türkiyeli emekçiler göçmenleri kendi düşmanı olarak görüyor. İşlerini ekmeklerini ellerinden alanın onlar olduğuna inanıyor. Oysa göçmen işçileri saran bu ateş, Türkiye işçi sınıfını yakan ateşle aynı. Türkiye, üzerinde yaşayan herkes için ucuz emek cehennemine dönüyor. Ve bunun faili Suriyeliler değil, sermayeiktidar bloğu.
İspanya’da bir duvar yazısının dediği gibi: “Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değil, buralı ve zengin” Göçmenlerde dahil emekçiler bir safta, bizi soymak alınterimizin hakkına el koymak isteyenler ise diğer safta yer alıyor. Kiminle aynı tarafta olduğumuzu görmek için geç kalmayalım.