Bildiklerimizle uğraşıyor hayat, öğrendiklerimizle sınıyor dünya. Çerçevesi çizilen zamanın içinde debelenen çokça şeyin gürültüsünde kendi sesimizi arıyoruz. Haklıyız çünkü insanın kendi harfleriyle yol çizip cümle kurması ciddi bir iştir. Öyle ki varmak da yok olmak da bir çukurun sesi oluyor. Başlayan her şey, bizimle başlar, bizsiz sona erer.
En elzem şeyleri düşünüp en ender şeyleri ıskalıyoruz. Böylesi bir maharet aslında bir travma. Karşıdan karşıya geçerken hatırlanan bir manzara, dağlara bakarken yansıyan yüz. Biz zaten travmalarımızla bir tramvaya binmiş dolaşıyoruz gibi bir çağ. Kim nerede ne arıyor, nerede inecek, binenler kim, hepsi bir muamma. Evet, hayat bir bul emri; herkes dolanırken dolaştığını sanıyor bu yüzden.
Günlerimiz gecelerimiz için kabuslar biriktirirken, dertlere dermanlar bulmaya ulaklar çıkardık yollara. Herkes bir başkasından ne duyduysa onunla yetindi. Biri diğerinin ezberine ezberler ekledi. Böyle böyle devam eden bir ayrılıklar toplamında herkes kendi kehanetinde yalnız kaldı. Küsenler, sövenler, sevinenler sırasız bir düzende kendi ahvaline yakalandı.
Hislerin çorak çağlar boyunca kökünü yitirmesiyle devrildi başka çağlar. Günler, aylar ve yıllar yerlerini değiştirdi, değdiği her yeri de kendiyle birlikte dönüştürdü. Başı kayıp sonu meçhul bu yılların içinde neler neler failsiz kalmadı ki. Dönmeyen devranlar evrildi ve eksildi içindekilerle beraber. Kimler kimler kayıplara karışmadı da adı sanı yazıldığı yerlerden silindi.
Yerleşik yenilgiler, göçmen zaferler, enkaza dönmüş yenilikler, dinlenmeyen çağrılar hep kahırlar ekti ve kederler biçtik. Payımıza düşen kendi masalımızda kaybettiklerimizi yeniden keşfetmek, bulduğumuzla yetinmek ve sonra da her şeye yetişmeye koşmak. Hız ve haz kovalamacısı bu kadar ayan beyan ama kendine alkışlar bulmakta pek bir yetenekli.
Sakladıklarımızdan sakındıkça savrulduğumuz günlerin içinde, kendimizin sürgünündeyiz. Yüzleşmek gerekiyor, siması unutulmuş kim varsa tek tek hatırlamak lazım geliyor. Hayat ıskalamayı kaldırmıyor ve buna tamah edeni affetmiyor. Sızısını bulamayan bir yara kimleri kanatıyor biraz daha, bunu da bilmek gerekiyor. Zaten biz lazım olan her şeyin mahrumu ve mahkumu kaldık burada.
Yokuşlarımız var, engellerimiz var, endişelerimiz var. Durup bir an saymaya kalksak altında kalırız. Bunları bile isteye yine de hizaya alıyoruz her şeyi. Kenarında dursak olmaz, kıyısında kalsak yine olmaz. Biz bu olmazları omzumuzda taşıdık, nişan varsaydık, ödüllerin yerine koyduk. Belki bir şeyler değişir, yıkımların arasında bir çiçek boy verir. Bizim büyük çıkmazlarımız da kendi duvarlarını yıkar.
Hayatın yok saydığı, öyle bildiği, zannettiği çok şey var. Hepsi bize yakınlaşır ve bize yakışır. Dağlardan, ovalardan, meydanlardan, duvarların arasından yükselen çığlıklar gökyüzünü de korkutur, ona bakanı da. Yeter ki doğru cümlelerle yoklayalım hepsini teker teker ve tekrar. Çünkü bilmenin de bir serencamı, yutkunduğu zamanları var.
Kaybettiklerimizi ve kazandıklarımızı birbiriyle çarpsak, elde kalanları hayatlarımıza bölsek, olmazları çıkarsak, olacakları toplasak; yetecektir bize hem de ömürler sürecektir. Tesadüflere yer bırakan yaşam her şeye tenezzül edebilir. Ayrılıklar, aykırıklar, aşınmalar, taşınmalar, taşmalar bir kovalamaca döngüsünde. Çemberi var burada herkesin, çektikleriyle dolaşıyor yeryüzünde herkes.
Haklı olduğumuz, hakkımız dediğimiz ne varsa birilerinin nişangahında. Korumak, kollamak ve kendimize kavuşturmak içindir her şey. Sonları kaçırdıysak başlangıçlar bizimdir, yolları kaybettiysek adımlar bizim içindir ve içimizde bir yerlerde her şey yeniden hatırlanmaya mahkumdur.
Haftanın kitap önerisi: Sabâ Altınsay, Faili Malum / Düşbaz Yayınları