İnsanları “biz” ve “onlar” diye bölen ayrımlar –yani insanları yan yana veya karşı karşıya getiren ayrımlar– türümüzün tarihi boyunca insanın dünyada var olma tarzının ayrılmaz unsurları olmuştur. “Biz” ve “onlar”, yazı ile tura gibidir, aynı madalyonun iki yüzüdür […].
Norveçli büyük antropolog Fredrik Barth’ın öne sürdüğü ve ikna edici biçimde gösterdiği gibi, sınırlar mevcut farklılıkları ayırmak için çizilmez, tersine, çoktan çizilmiş veya hevesle çizilmek istenen sınırları meşrulaştırmak ve (tercihen tamamen geçirimsiz olana dek) sağlamlaştırmak için farklılıklar aranır, keşfedilir veya icat edilir. Ama bu tür durumların çoğunda ya da belki hepsinde karşılaşılan bir engel vardır: Tamamen ve gerçek anlamda geçirimsiz, en ufak sızıntıya bile izin vermeyecek kadar aşılmaz bir sınır çizmek, mantıken de fiilen de imkânsızdır.
“Biz” ve “onlar” diyalektiği, insanlık durumunun antropolojik bir değişmezidir; ancak bu diyalektik, aynı zamanda tarihsel, zamana bağlı değişkenlere yol açar; zira özdeşleşme ve ayrışma (daha doğrusu, özdeşleşme nedeniyle ayrışma ve ayrışma üzerinden özdeşleşme) oyunu, değişen tahakküm teknikleri ve onlara hizmet eden toplumsal eylem teknolojilerinin yol açtığı yeni sorun ve zorluklarla karşı karşıya kalır.
Bu yeni zorluklardan biri de, sınır karakollarını atlatıp sınırları es geçme özgürlüğüne imkân vermekle nam salmış çevrimiçi sanal âlemde, toprağa dayalı bildik ayırma türünün bir kopyasını/muadilini/benzerini veya gücellenmiş versiyonunu tasarlama ihtiyacıydı. Bu zorlukla yüz yüze gelindi: Çevrimiçi ânında iletişim imkânının, coğrafi mesafeden bağımsız olarak, neredeyse her yerde/herkese 7/24 açık olması, iyimser tahminlerin tersine, enformasyonun sınırlarını ortadan kaldırmadı, bilakis, zihinsel ayrıştırma ve iletişimsizlik işini, yaşadığımız evrenin çevrimdışı kısmında ulaşılması mümkün olmayan bir raddeye taşıdı. […] İnternet kullanıcılarının çok büyük kısmının başvurduğu uygulamalar üzerine yapılan araştırmaların da gösterdiği gibi, iletişimin önünü daha başlamadan kesmek veya gelişmesini engellemek gibi basit bir çözümle rahatça inşa edilen “konfor alanları”, “yankı odaları” veya “ayna salonları”, ayrışmayı yaratma ve sürdürme noktasında, “güvenlikli siteler”in veya sınır duvarlarının incelikli teknolojilerinden, dikenli tellerden, en gelişmiş pasaport-vize düzenlemelerinden ve ağır silahlarla donanmış sınır devriyelerinden çok daha etkili.
Ayırmanın çevrimiçi versiyonunun yarattığı bu zorluk, başka bir zorlukla aynı zamana rastlaması nedeniyle daha da büyük önem kazanıyor – bu belki de insan türünün uzun tarihi boyunca göğüslenmesi gereken en belirleyici ve en zor sınav. Sosyopolitik bütünleşmenin (dolayısıyla “biz” fikrine dahil edilecek insan kesimlerinin) hacmi ve kapsamında yaşanan uzun genişleme zincirlerinde bugüne dek eşine rastlanmayan bir halka oluşturuyor bu sınav. Eşine rastlanmayan diyorum, çünkü daha önceki tüm bütünleştirme düzeyleri –ilkel göçebelerden ulus-devlete kadar hepsi– aynı içerme ve dışlama ilişkisi kullanılarak üretilmiş ve sabitlenmişti: “Biz”in bütünleşmesine, ondan ayırt edilemeyecek kadar yakın ve eşzamanlı bir bağlantıyla, ortak bir düşmandan –kin beslenen ve düşman sayılan “onlar”dan– ayrışma eşlik ediyordu.
Fakat, giderek genişleyen bütünleşmenin tarihindeki bir sonraki sıçrama, şayet bir gün yaşanırsa, bu ortak düşmanın kaynaştırıcılığı olmadan gerçekleşmek zorunda kalacak – genişlemiş “biz”in birliğini sağlayan (hatta ona anlam veren) yeni ayrımlar, yeni ayrışmalar ve yeni duvarlar olmadan… Evrensel karşılıklı bağımlılığın damgasını vurduğu küreselleşmiş dünyamızda zaten hepimiz, Ulrich Beck’in altını çizdiği gibi, “kozmopolit bir durum”[1] içindeyiz, fakat henüz bu durumun zorunlu tamamlayıcısı olan kozmopolit bilince, kozmopolit zihniyete ve tavra varan uzun ve sallantılı yolda ciddi biçimde yürümeye başlamadık. Bunda şaşılacak bir şey de yok: İnsanlık tarihinde ilk kez insanlığın tamamını kucaklayacak o müstakbel “biz”in, böyle bir bilince, bir düşmanın yardımı olmaksızın ulaşması gerekiyor – “bizim” hepimizin birlik beraberliğini gerektiren ve meşrulaştıran bir ortak düşman olmayacak bu sefer. Peki böyle bir şey […] mümkün mü? Hatta, tasavvur edilebilir mi? Bunun gerçekçi bir öneri haline gelebilmesi için, insanın binlerce yıl boyunca içine işlemiş dünyada var olma tarzına karşı çetin bir mücadele yürütülmesi gerekecek.
Eşsiz bir öngörüye sahip Umberto Eco’nun, daha günümüzün insan göçleri başlamadan, seneler evvel dikkat çektiği gibi, düzenli göç [immigration] fenomeni “siyasi olarak kontrol altında tutulabilir, kısıtlanabilir, teşvik edilebilir, planlanabilir veya kabul edilebilir… Ama küresel göçte [migration] bu yapılamaz”.[2] Düzenli göçü siyasi yollarla kontrol altında tutmak mümkündür, ama tabiat olaylarında olduğu gibi, küresel göç kontrol edilemez: “Düzenli göç söz konusu olduğu müddetçe, yerlilerle karışmalarını engellemek için göçmenleri bir gettoda tutmak düşünülebilir bir şeydir. Ama küresel göç yaşandığında, artık ortada getto kalmaz […]”.
Eco sonra (“göç paniği” başlamadan seneler evvel) şu can alıcı soruyu sorar: “Yeryüzünün tamamı, oradan oraya taşınan insanların kesişen yer değiştirmelerinin alanı haline geldiğinde, düzenli göç ile küresel göç arasında ayrım yapma imkânı kalır mı?” Kendi sorusuna şöyle cevap verir Eco: “Avrupa’nın hâlâ düzenli göç adı altında baş etmeye çalıştığı şey aslında küresel göçtür. Üçüncü Dünya kapılarımızı çalıyor ve biz kabul etmesek de içeri girecek. […] Hoşunuza gitse de gitmese de, bu yaşanacak.” Ben de bir ek yapayım: “Onlar”ın hepsinin hoşuna gitse de gitmese de, ve/veya “bizim” hepimizin canını sıksa da sıkmasa da…
Zygmunt Bauman’ın “Some of the Foremost Challenges to the Status Quo” başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar, Studia Socjologiczno Polityczne dergisi “Yeni Otoritarizm” sayısı içinde (2017), s. 31-46.
[1] Ulrich Beck, Cosmopolitan Vision, çev. Ciaran Cromin (Cambridge, UK: Polity, 2006).
[2] “Migration, Tolerance, and Intolerable”, Five Moral Pieces içinde, çev. Alastair McEwen (Secker &Warburg, 2001) s. 93. [Türkçesi: “Göçler, Hoşgörü ve Hoşgörülemezlik”, Beş Ahlak Yazısı içinde, çev Kemal Atakay (İstanbul: Can Yayınları, 8. basım 2017), çeviri değiştirildi.]
Derya Yılmaz tarafından çevrilen bu yazı www.e-skop.com’dan alınmıştır.