Sanırım artık her şey netleşti. Netleşti ve bence hepimiz de buna bal gibi alıştık. Hekimler ve Dünya Sağlık Örgütü filan ne derse desin, kapitalist sistemin kodları çalışıyor ve şu anda milyonlarca insan artık virüsün (ve ilaç tekellerinin) insafına kalmış durumda. İlk önce İngiltere’deki şu dağınık saçlı adam ağzından kaçırmıştı “sürü bağışıklığı” lafını; sonradan değiştirdik politikamızı filan dediler ama aslında ne İngiltere’de, ne de başka herhangi bir ülkede değişiklik oldu. 90’lı yıllardan itibaren, hatta Thatcher ve Friedman zamanlarından beri ekonomide ‘altta kalanın canı çıksın’ modelini uygulayan dünya kapitalist sistemi, son 30-40 yılda bütün sosyal sistemleri öylesine çökertti ki, düzenin esneme payları tümüyle tahrip oldu. Özelikle savaşlar ve yoksulluktan kaçarak kendini can havliyle dünyanın metropollerine atan milyonlarca insanın yarattığı büyük kargaşadan sonra kapitalist dünya geri dönülmez bir kaosun içine girmişti ve virüs tam da bu kaosun üstüne geldi. Şu anda dünyanın belli başlı ülkelerinin megaloman/psikopat tipler tarafından yönetiliyor olması da bu kaosun üstüne binen bir şeymiş gibi görünüyor ama aslında onların varlığı da bir sonuç olarak algılanabilir belki.
Sonuçta, bu çapta bir küresel salgının durdurulmasının iki yolu var. Uzman olmaya gerek yok bu kadarını bilmek için. Birincisi baskılama; ikincisi ise ipin ucunu bırakıp ortaya bir genel bağışıklık çıkmasını bekleme.
Baskılamanın salgını yavaşlatmaktaki başarısı çok açık. Sürekli ve sert tedbirler alarak insanlar arasındaki fiziksel teması azaltma, yerel ya da bölgesel karantina uygulamalarıyla, yoğun testler ve hasta takibi ile virüsün bir adım önünde olma ve bu arada aşı ya da ilaç çalışmalarını hızlandırarak kesin ya da kesine yakın bir çözüm arama… Yöntemin özü bu gibi görünüyor.
Sürü bağışıklığı ise, hastalığın kontrollü ya da kontrolsüz olarak mümkün olduğunca fazla sayıda kişiye bulaşması ve böylece toplumun genel bir bağışıklık kazanması anlamına geliyor. Toplumda yeterince fazla sayıda insan bu direnci kazanırsa, virüsün de yayılabileceği kişi sayısının düşeceği ve yaşamın normale dönebileceği varsayılıyor. Zaten aşılamanın mantığı da bu olduğu için makul bir yöntem gibi gösteriliyor ama aslında bunun da henüz bir garantisinin olduğu kanıtlanamadı.
Bu, iki tıbbi seçenek arasında uzmanlık gerektiren bir tartışma gibi görünebilir belki; akademisyenler ve hekimler “biz onca yıl dirsek çürüttük de tartışıyoruz bunu” filan diyebilirler elbette ama sorun tam da burada zaten. Bu tartışma, artık hiç de tıbbi bir tartışma değildir; bal gibi politik bir sorun var ortada. Kapitalist dünyayı yönetenler, ikinci yolu tıp bilginleri tarafından ikna edildikleri için tercih etmiyorlar; hatta daha doğrusu bu zaten bir ‘tercih’ değil. Bu kadarcık bir kargaşada bile şakulü kayan sistem, bundan fazlasını kaldıramıyor, tahammül edemiyor; bu kadar basit. Zaten bizzat kendisi bir kriz hali demek olan kapitalist ekonomi, kâr döngüsünün ve ticaretin daha fazla bir süre kesintilere uğramasının ağır bir yıkıma yol açacağını biliyor. Bu noktada (adı konulsun ya da konulmasın) ‘sürü bağışıklığı’ bir tıbbi tercih olarak değil, ‘ölen ölsün kalanlarla devam edelim’ mantığının sonucu olarak gündeme geliyor. Dünyanın her yerinde sistemin efendileri bilim insanlarını, hekimleri filan dinlermiş gibi yapsalar da, kapılar kapandıktan sonra konuştukları tek şey, çarkların nasıl döndürüleceğinden ibaret.
Bu kadar kötüler mi? Evet, bu kadar kötüler ve kötü olmaları da bireysel bir durum değil; sistemin doğası böyle.
Virüsün dünya çapında ve ülkelerdeki verilerini anlık paylaşan ‘Worldometers’ diye bir site var, bilenler biliyor. Benzetmek çok incitici biliyorum ama adeta bir ‘skor tabelası’ gibi. Sayılar durmadan değişiyor. Şimdi bakıyorsunuz diyelim, yarım saat sonra ‘sayfayı yenile’ dediğinizde, ölü sayısına 20-30 kişinin daha eklendiğini görüyorsunuz ve onlar artık sadece sayılardan ibaret!
Kapitalizm, sayılar demektir çünkü. Sayılarla yürür işler. Para miktarıyla, ölü sayısı için ayrı semboller yoktur matematikte. İkisi de aynı rakamlarla ölçülür ve aynı aritmetik işlemlere tabidir. Azrail bir yoğun bakım yatağını ‘boşalttığında’, geride kalan eşler, çocuklar, anne babalar, sayıların dünyasında önemsizdir. Ailemizden değillerse eğer, adını bile bilmeyiz onların. Worldometers, bir tık değişir, bir çukur açılır toprakta ve sonra bir başkası, bir başkası…
Şimdiden biliyoruz; bu işten ‘başarı hikâyesi’ çıkarmak isteyen bizim efendilerimiz de yarın, şurada şu kadar yüz bin ölüm oldu, bakın bizde şu kadar derken, aynı sayıları kullanacaklar. Sayılar evrenseldir çünkü, hangi alfabede olursa olsun öyledir, sayılar hep vardır ve her sayı, dün canlı olan bir insana denk düşer.
Budur yaşadığımız işte. Budur ve her kim matematiğin herkese eşit davrandığını söylüyorsa, kocaman bir yalancıdır!
Artık hakikaten kaybedecek zaman yok. Bir an önce bu kabustan kurtulmak zorundayız, Worldometers hepimizi yutmadan…