Patronların da onların siyasi temsilcilerinin de suretleri kriz dönemlerinde apaçık hale gelir. IMF komiseri Mehmet Şimşek’in “Türkiye’de asgari ücret düşük değildir” diyerek işçi ve emekçileri “bir lokma bir hırka neyinize yetmez”e talim etmeleri gereken köleler olarak gördüğünü faş etmesi ve alenen aşağılaması bunun tipik ifadesi olmuştu. “Fakir aile ziyareti maratonum” diyerek aklınca yoksullara lütufta bulunduğunu reklam ederken onlara tepeden bakan bir teknokrat olduğunu ele verdiğinin bile farkında olmayacak kadar halka yabancılaşmış olan aynı Şimşek de aslında bir zamanlar “fakir bir ailenin çocuğudur”! Ama çıkarlarını temsil ettiği sınıfın ruhu hücrelerine kadar işlediği için bu tutumlarının ne anlama geldiğini bilse bile umurunda değildir.
Burjuva devletin kritik koltuklarında oturan her bürokrat, siyasetçi, teknokrat gibi kurumları da onun ihtiyaçlarına göre nefes alıp verir, kulaklarına üflenen neyse onu hakikat olarak sunmak için ellerinden geleni yaparlar. TÜİK bunun tipik örneğidir. 2022 yılından beri mahkeme kararlarını da hiçe sayan bu TÜİK, enflasyon hesaplama sepetinde hangi rakamları esas aldığını açıklamıyor. Ama o rakamlar “tesadüfen” ortaya çıkıyor ki bugün en düşüğü bir asgari ücrete eşitlenen kiraları bile 5 bin TL olarak fiyatlandırmış! O kadar düşük, hatta komik fiyatlandırıyor ki Şimşek’in lütfederek ziyaret ettiği o “fakirler” hep fakir kalsınlar, köle gibi çalışsınlar hayat pahalılığı alıp başını giderken onlar bir lokma bir hırkaya gönüllü olarak boyun sunsunlar. Ama onlar lükslerinden, temsil harcamalarından, şatafatlarından vazgeçmesinler!
Bu lüks sadece kapitalistler açısından değil, onları temsil edenler açısından da kaçınılmaz bir gerekliliktir. O kadar ki “Türkiye’de asgari ücret düşük değil” denildiği anda bakanların maaşları bir defada birkaç asgari ücret oranında arttırılacak kadar pervasızca yapılır bu. Erdoğan’ın deyimiyle “itibardan tasarruf yapılmaması” burjuvazinin de temsilcilerinin de yaşam mottosudur.
“Lüks, kapitalistin temsil giderleri arasında yer alır” der Marx. O kapitalist, zenginliğini, o savurgan lüks düşkünlüğünü kişisel çalışması ya da harcamalarını kısmasıyla oluşturmaz, “başkalarının emek gücünü emdiği ve hayatın sağladığı her türlü zevkten işçiyi uzak tutabildiği oranda zenginleşir” diye vurgular. İşçiye “bir lokma bir hırka”ya biat etmenin buyrulması ve bunun hayatın kendisi olarak adeta doğallaştırılması bundandır. İşçi ekmeğe razı olduğu kadar zenginleşir kapitalist! Şimşek gibi temsilcileri de bunu en açık biçimde dile getirirler.
Onların işçi ve emekçilerin her türlü zevkten uzak bir ekmeğe şükreder hale getirilmesini iş edinmeleri temsil ettikleri sınıfın ruhunun özetidir. Bu ruh son olarak Elazığ’da Eti Krom işçilerinin sefaleti reddederek direnişe başlamaları karşısında çılgına dönen patron Ali Rıza Yıldırım’da en saldırgan haliyle vücut buldu.
Toplantı yaptığı salonun düzeninden sesin mikrofonlarla dışarıya verilmesine kadar her şeyi işçinin iradesini, onurunu ezmeye yönelik olarak tasarlayan Yıldırım’ın öfkesi işçinin ekmeğini biraz daha büyütme refleksine yöneliktir, birlikte hareket etme becerisine, bir sınıf gibi davranmasına yöneliktir. Çünkü işçi öyle davranırsa ve bunu bir kültüre dönüştürürse “dünya nimetlerinden” daha fazla yararlanmak isteyeceğini sınıfının deneyimleri, sezgileriyle bilir. Yıldırım, bundan korkar. Keza o ve tüm patronlar “işçiyi her türlü zevkten uzak tutabildiği oranda zenginleşir”! Bunun bilinci ve hıncıyla “siz nasıl daha fazlasını istersiniz, iş veriyorum yetmiyor mu” manasına gelen hakaretler yağdırır yüksek platforma konulmuş sandalyesinden. Buz gibi soğuk kibrini, sınıf düşmanlığını karşısındakiler kölesiymiş gibi üzerlerine boca eder.
Patronlar ve siyasi temsilcileri böyleyken sistemin sınırları içinde sistemle bütünleşmiş sendika bürokrasisi farklı mı? Nasıl yaşarsanız öyle düşünürsünüz. Yıllarca sendikacılığı meslek haline getiren, onu da patronlar ve devlet koridorlarındaki kulis çalışmalarına indirgeyen ama bu arada ücret sendikacılığının tüm nimetlerini yaşam kültürüne dönüştürüp giderek onları kıskançlıkla korumayı her şey haline getiren sendika bürokrasisinin zamanla karşı sınıfa tümüyle iltihak etmesi kaçınılmazdır. Bugün yaşadığımız da budur. Üyeleri ve temsil ettikleri ve temsil ettikleri iddiasında bulundukları işçilere açlık sınavından biat etmeyi öğrenerek geçmeleri dayatılırken ses etmeyen bu bürokratlar aylar sonra 3 konfederasyon olarak ortak bir açıklama yapmak zorunda kaldılar. Ama ne bir eylem planı sundular ne de işçinin en önemli yaptırım gücü olan üretimden gelen gücün kullanılmasından bahsettiler. Tabanın birikmiş öfkesinin gazını almaktı tek dertleri. Kısacası onlar da aralarında düzey farklıkları yer yer nitelik ayrımları olsa da sistemle bütünleşmenin sunduğu konfor alanları dışına çıkmamayı diskur edinmiş durumdalar ve aslında işçinin ekmek dışında başka zevkler talep eder hale gelmemesi için burjuvaziyle zımni bir anlaşma içindeler!
Ama işçi sınıfı ve emekçiler de onların içine hapsetmek istedikleri, daha fazlasını istememeyi öğrenip verilene biat ederek durmaz! Bu tüm halk sınıfları açısından böyledir. Doğası talan edilerek yaşam araçları, toplumsal ilişkileri elinden alınan köylü de “vergiyi tabana yayacağız” denilerek hedefe konulan küçük esnaf ve emekçiler de kapitalistlerin kâr oranları düşmesin, kârdan zarar etmesinler diye dayatılan sefalet hücresine kolay kolay rıza göstermeyeceklerini orada burada patlayan ücret direnişleri, hak eylemleriyle dile getiriyorlar.
Elazığ Eti Krom işçilerinin patronun tüm tehditlerine rağmen 11 gün boyunca işi durdurarak sefaleti kararlılıkla reddetmeleri bunun son ifadesidir. Toplu sözleşmelerde dayatılan sefalete karşı grevle duran fabrikalar bunun ifadesidir. Hakkı gasp edilen inşaat işçilerinin direnişleri bunun ifadesidir. Eğitim patronlarının kârları katlansın diye gasp edilen taban maaş hakkını yeniden kazanmak için günlerdir eylemde olan özel sektör öğretmenlerinin duruşu bunun ifadesidir.
Bu duruşlar Kürt halkına yönelik dört koldan yürüyen saldırılara tutum almaya evrildiği ve ayrı ayrı derecikler olarak akmaktan çıktığı oranda da başka bir dünyanın kapısının kilidi bulunmuş olacak. Çünkü onların gürül gürül akmasının önündeki en büyük engellerden biri emekçilerin halen şovenizm zehriyle alıklaştırılmalarıdır. Buna şimdi göçmen düşmanlığı, hayvan düşmanlığı ekleniyor. Kadın, Alevi, farklı cinsel kimlikler, yaşam tarzları arasında kışkırtılan çelişkilerle sınıfsal olanın en dibe gömülmesi için her türlü kötülüğün tuşuna aynı anda basılabilmektedir. Bu tuzaklara düşülmesinin engellenmesinin yegâne yolu halen kitlelere gitmek, bıkmadan usanmadan anlatmak, ilişkilenmek, her acıda ve sevinçte yanlarında olabilmektir, yani örgütlenmektir…