Biz hakikaten eskiden de bu kadar çok mu konuşurduk acaba? Yani tamam, çenemiz hep düşüktü ama bu kadar mıydı yani?
Bir acayip oldu ortalık. Sosyal medyanın da icadından sonra, bir ayar bozulması çıktı ortaya, yapılan işle söylenen söz arasında zaten geçmişte de pek zor kurulan denge, yerinden oynadı sanki. Biri ölünce mesela, başlıyoruz hemen; ya da vatandaşın biri sevdiğimiz bir marşı berbat ediyor, haydii, ona da başlıyoruz. Klavye başında nöbetteyiz sanki! Öbür yanda inşaat işçileri var, yakında bir kampanyaya başlamayı planlayan kadın hareketleri var; biz takılıp gidiyoruz ama.
Kürtlere de bir hal oldu! O büyük özgüven, eskiden ne kadar çelebi yapardı onları. Cezaevi yaşamımda birçok kez, şimdi o hareketin tepelerinde olan insanlarla bir arada bulundum. Bir sürü toplantıda mesela, o insanların büyük bir rahatlıkla “X arkadaşın görüşlerine katılıyorum” deyip sustuğunu hatırlarım. X dediği de kim? Cezaevinde ve dışarıda toplam insan varlığı, iki elin parmakları kadar bile olmayan bir yapının üyesi. Dert edilmezdi bu ama.“Yahu bunların eti ne budu ne” gibi laflar ayıptı; çünkü o hareket, Ankara’da, Diyarbakır’da kendilerine “üç beş zibidi” denildiği zamanları da hatırlardı. Çünkü o hareket, ilişkilerini muhataplarının sayısal durumundan bağımsız olarak, siyasal ilke temelinde kurardı. Tamam, pirüpak değillerdi belki ama büyük ve özgüvenli olmak, en azından belli bir düzeydekiler açısından, hırçınlığı, huysuzluğu törpülerdi. Şimdi ne olduysa artık, yukarılarda değil yine belki ama aşağıda, sahada, herkes bir asabi! Art niyetli sosyal medya fitnecilerini, küfürbazları geçelim, tamam ama onların dışında da birçok insan o kadar hırçın, o kadar fevri davranıyor ki.“Aha da artık HDP’ye oy vermem”le açılıyor muhabbet, aşşağısı kurtarmıyor! Fakat iş onlarla da bitmiyor. Aklı başında (olması gereken) Kürt siyasetçileri de durup durup ellerindeki akıllı telefonlara sarılıyor ve laf yetiştiriyor herkese. Sebep? Yapacak daha iyi bir işin yok mu? Türkiye’de muhalefet hareketi son derece problemli; hakikaten bu sıkışmışlığı aşmak için alışılmış yolların dışında başka yollar filan aramak gerekiyor belki de. Bir yanda soluk aldırmaz bir baskı düzeni var, öte yanda sürekli bir ‘alarm’ ve ‘tehlike’ atmosferi yaratan ve böylece büyük kitleleri bir biçimde avucunun içinde tutan bir politik yöntem var. Üstelik kuşaklar üst üste bindikçe, bu memleketin ‘başka türlü’ yönetilmesinin mümkün olduğu fikri de erozyona uğruyor.
Bütün bu karmaşa içerisinde, bir Pazar gününde ya da bayramlarda filan, hava da güzelse eğer, bir çıkın bakalım Eminönü’ne, bir bakın oradaki AKP’nin oy deposu olan binlerce insana; çok dert ediyorlar mı bütün bunları? Misal, bir soralım bakalım Ara Güler’i tanıyan ve bu konudaki tartışmaları önemseyen biri var mı içlerinde?
Kendimizi ve değer verdiğimiz şeyleri koruyalım mı? Evet, koruyalım. Doksan değil, yüz yaşında bile olsa bir insan, doğruya doğru eğriye eğri diyelim, kimseyi ‘badem gözlü’ yapmayalım; bu bizim temel niteliğimiz zaten. Tuba Kalçık’ı dert edinelim mi mesela? Sabah gazetesinin ‘solcularla röportaj yapıp sola giydirme” şubesinden sorumlu bir arkadaş kendisi. Bu işi de kendi kafasından yapmıyor; bir şey planlanmış, onu uyguluyor. Kalçık’a değil ama onunla konuşanlara kızıyor muyuz peki? Evet, kızıyoruz, iyi de yapıyoruz. Ne dedikleri o kadar önemli değil, bu kadar bariz, bu kadar gözle görünür numarayı görmedikleri ya da görüp de alet olmayı içlerine sindirdikleri için kızıyoruz, kızalım. ODTÜ’lü çocuklar hikâyesi de böyle bir şirinlik gösterisi değil mi? Diyanet İşleri Başkanı’nın birden Alevi sevesi geliyor mesela, içindeki Selefi’yi yarım saatliğine bastırıp Dersim’de Cemevi’nde hikmetler yumurtluyor ve Cemevi yöneticilerinin yine o sazan atlayışlarına tanık oluyoruz; buna da kızıyoruz, kızalım. Öfke ve kızgınlık refleksleri bana sorarsanız sağlık belirtisi hatta. Orada sıkıntı yok.
Sıkıntı, orada kilitlenip kalmakta ve asıl işimizi, asıl tartışmamız gerekenleri bir tarafa bırakarak, anlık ve ufuksuz bir yere saplanmakta. Bu bizi sığlaştırıyor. Yani, kuraldır, su yayıldıkça sığlaşır ama yayılmadığı halde, durduk yerde bir sığlaşma varsa, o zaman şüphe etmemiz gereken şey, tortu değil midir?
Akmayınca böyle oluyordur belki; kimbilir?