İnsan ölümlüdür. Ölür ve kısa bir özeti kalır geride kalanlara. Özette ayrıntı yoktur, ana çizgileriyle, kısacık bir biçimiyle anlatır her şeyi. Şurda doğdu, şu okulları okudu, şurda çalıştı, şu eserlere imza attı… Elbette her hayat bir ‘merhaba ve hoşçakal’dan ibarettir ama işte bu iki sözcük arasında yaşanan her ne varsa oradaki detaylardadır kişinin külliyatı. Bir romanın bir şiirin özetlenmesi gibi: Hüznü süzülmüş, ruhu ayıklanmış kelimeler dizisi asıl anlatılmak istenenin ne kadarını verebilir. Nasıl bileceğiz ki şairin kelimelere neler gizlediğini. O hayatın nasıl serencamlardan geçip nerelere evrildiğini. Hiçbir film şeridi, hiçbir tanıtım ve anlatım yeterlice veremez bir hayatın derinliğini. Her hayat değerlidir, her hayattan sayısız film yapılabilir, roman yazılabilir. Ancak kimileri kendini, kendi hayatını oynar, kimileri sadece kendine verilen role dairdir bu hayatın sahnesinde.
***
Bir yaz acısından söz edecektim, yazı aldı başını gitti. Evet. Geçen gün bir şair öldü. Arkadaşları ve okurları olarak her birimiz onu birkaç cümle, birkaç dizeyle ifade etmeye çalıştık. Tıpkı yazının başında ifade edildiği gibi daha yolun başında kendisi söylemişti: “Mamafih biz ölürüz, / Kısa bir özetimiz kalır gökyüzünde.” Adı gibi küçük harflerle konuşan ama konuştukça büyüyen ve büyüleyen bir şairden söz ediyorum. küçük İskender’den… Çocukluktan başlar haylazlık. Kalıplara, şablonlara kafa atılacaksa yara da alacaksın elbet. Etiket çok anlam demek değildir onda. 3 yıl sosyoloji okudu. Sonra 5 yıl okuduğu Çapa Tıp’ı neden yarıda bıraktığını açıklamıştı: “Sanki öldürdüğümüz yetmiyormuş gibi, içini açarak hala konuşturmaya çalıştığımız bir yurtseveri hücrelerine kadar inerek kesmek eğilimini bünyeme yediremedim.” Ama olsundu, tüm okumalar bilgilenmeler şiire dahil oldu. Ağır basan sanat hayatı onu akademik ortamdan kopartarak sanat-edebiyata sürükledi.
***
küçük İskender, Genç yaşta kendine dair özgün bir şiir kurarak. Bu şiirsellikte kaldı hep, yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. Şiir rotasını şöyle anlatır: “Ben bir imge çapkınıyım. ‘Lanetlenmiş bir şair ne yazabilir’ varsayımından yola çıkarsak, olsa olsa elde edebileceğimiz sonucun çömeziyim. Duyarlığım konusunda hırçın, yaratıcılık sürecinde çevreye kayıtsız olmamı şiire ve yaşamın paramparçalığına duyduğum saygıda aramalı. Şiir bir yabancılaştırma pratiği yaptırıyor, doğayı asiste ediyor. Yorucu, naif, cömert, ötede, farklı bir şiir rotası benimkisi. Hüzne, ölüme, ironiye seyrediyorum.” Dünya onun için bir bıçak, o bir yaraydı sanki. Ya da şöyle de okunabilir belki: Bir yaraya dokunur gibi dokundu hayata. Ama kendi yarasını sevdi, yarasına ‘derman olmayı ta başından reddetti. Nüfustaki ‘Derman’ adını hiç kullanmadı yazdıklarında. Hayata karşı yenik olmayı seçmişti… Yenik ama teslim olmamış bir duruş… Şiirleri gibi toplumsallığında da bir duruş sahibiydi. İlk şiiri Milliyet Sanat’ta yayımlandı (İskender Över imzasıyla, 1985). “Kişisel yaşamından, çocukluk, aşk ve cinsellik gibi konulardan hareketle yazdığı şiirleriyle kendi kuşağının önemli isimlerinden birisi oldu. Kendisini ‘marjinal’ ve ‘aykırı’ bir ‘metropol şairi’ olarak tanımladı. Sinema da ilgi alanlarındandı. Birçok filmde rol aldı. Zengin bir sözcük dağarcığıyla geniş bir şiir evreni kurdu. Devlet olgusuna ve iktidar odaklarına karşı sözünü esirgemedi. Genel geçer kurallara hep direndi. “ben ölürsem, karakutumu bulamayacaklar / ne bir aşk zerafeti, ne bir hayal tabiri / küçücük ömrüm hep rüzgar gülleri kokacak.” İskender öldü. Öldü ama kendi dediği gibi: “Böyle bir adam yaşadı diye” teselli bulacağız. Evet. Bir şair öldü ve karakutusu bulunamadı. Biz şiirleriyle yazdıklarıyla bir hayatı anlamaya, yorumlamaya çalışacağız. Ömrü hep rüzgar gülleri gibi kokacak.