Bizler felsefenin kadını dışlayan seslerini açığa çıkarmaktan fazlasını, kadına dayalı dil ile belki de bir yaratım estetiği olarak felsefi söylemi oluşturma imkânlarını tartışıyoruz. Kadın mücadelesi, sistemin büyük meta anlatılarına itiraz eden yeni bilim ve felsefe anlayışı ile birlikte yaşamın ilişkiselliğini ortaya çıkarıyor
Aycan Diril
“İnsanlar eylemlerin değil sözcüklerin güç sahibi olduğu bir dünyada yaşıyorlar; nihai yetenek, dile hâkim olmaktır. Korkunç bir şey bu!”[i]
Felsefe yaşamı anlamlandırmanın yöntemlerinden biri, bir düşünme pratiği olarak var olur. Değer üretimine, anlam arayışına/yaratımına en temel dayanakları oluşturan bilim ve sanat gibi düşünme yöntemlerinden biridir. Buna karşılık felsefe denince akla, anlaşılmaz kelime ve kavramların olduğu metinler, felsefe tarihi, Antik Yunan’dan bugüne tarihteki bazı düşünürler ve onların tartışmaları ile sınırlı bir akademik faaliyet gelir. Oysa felsefe her şeyden önce bir eylemliliktir. Stoacıların ifade ettiği gibi; felsefe nasıl konuşacağımızı değil, nasıl davranacağımızı öğretir. Eylemleri ortaya çıkaran, düşünce sistematiğini belirleyen, siyasetin, ahlakın, özgürlüğün, erdemin, varoluşsal önkabullerin biçimini belirleyen bir alet çantası olma niteliği var. Haliyle tüm düşünen canlıların felsefe yapması elbette ki mümkün… Ancak anlam ve bilgi yapılanmalarının çarpıtıldığı binlerce yıllık sömürü ve tahakküm esasına dayalı iktidar anlayışı, felsefeyi belirli bir zümreye ait kılarak kadınların ve toplumun ezilen kesimlerinin metnin dışına itildiği bir yazın ve dil alanı haline getirir. Bu dışlama ile “birlik/bütünlük” anlayışını temel alan insanlığın Hindistan, Çin, Mezopotamya, Anadolu’daki inanış ve felsefe sistemleri yok sayılır, felsefe batıdan başlatılır, düalist tartışmalara sıkıştırılır ve kadın varlığı siyaset, felsefe, bilim, ekonomi ve topyekün toplumsal yaşamın içinden yok edilmeye çalışılır.
Felsefenin belirli coğrafyalarla sınırlı, meraka dayalı, varoluşsal sancılar çeken bir takım “akla sahip erkeklerce” icra edildiği fikri bir iktidar çarpıtmasıdır. Bu çarpıtma erkek egemen iktidarın kendini sürdürdüğü binlerce yıllık bir tarihi etkiler. Siyasete, sanata, bilime ve hatta dine yöntemsel olarak dayanak oluşturur. Felsefenin yalnızca akılla yapılan bir etkinlik olduğu, sezgileri/duyguları ile hareket eden -bu sebeple akla, mantık ilkelerine dayalı düşünme sistemine uzak olduğu iddia edilen- kadınların felsefi düşünmeyi icra edemeyeceği savunulur. Evrenin bir parçası olma farkındalığında, akılla, bedenle, duyularla, duygu ve sezgilerle deneyimleyen, öğrenen, öğrendiğini toplumsallaştıran ve değer üreten kadın bilinci aşağılanıp güvenilmez olarak belirlenir. Kadın felsefenin yazın alanından çıkarılıp akla dayalı sistemin karşısına duygu, sezgi ve doğa konarak nesneleştirilir; akıl erkekle, duygu kadınla özdeş kılınır. Bir bütünün var olma biçimi olan bu yapıların dengesi bozulur. Duygu/sezgi alt edilmesi, hâkim olunması gereken nesneler konumuna indirgenir. Günün sonunda felsefe kavramsal tartışmalara boğulmuş, iyi konuşanın, akıllı olanın, yönetenin, erkekliğin eline bırakılmış bir alan olur.
Her düşünme yöntemi gibi iktidarın bilgi yapılanmaları ile çarpıtılmış, hakikat oyununa sokulmuş, bir normatif düzen aracı haline getirilmiş felsefe de iktidar söylemleri tarafından kurulur. İkili hiyerarşik sistemler, bu çarpıtılmış düşünme yöntemlerini kullanarak varlık bulur ve kadınlar, halklar, sınıflar adına söz kurma ve onlara saldırma zeminini oluşturur. İkilikler düzeni derken kastettiğimiz akıl-duygu, ruh-beden, batı-doğu, kadın-erkek, özne-nesne, insan-doğa gibi ayrımlara dayalı hiyerarşik bilgi yapılanmalarıdır. Bu ikiliği oluşturmak zıtlıkların siyasetini yürütme imkânı verirken, bizi bütüncül/holistik yaklaşımlardan ve ilişkisellik kavramlarından uzaklaştırmaya başlar. Foucault’nun öznel deneyimlerin kurulması kapsamında işaret ettiği gibi; bu ikilikler arasında belli bir tarihe kadar süren diyalog, bir süre sonra yerini bir monoloğa bırakır. Erkek, kadın üzerinden söz kurar ve bu sistemleşerek bir kadınlık deneyimi yaratır. Tıpkı “akıl” olanın, “akıl olmayan” üzerinde, insanın doğa üzerinde, batının doğu üzerinde kurduğu gibi… Söz kuran efendi, bir köle yaratır; köle, efendiyi var eder.
Bu oluş, filozofların dönemin siyasetine dayanak oluşturacak fikirlerinden bağımsız da değildir üstelik. Ruh-beden ayrımını yaratan ve ruhu, zihni bedenin üzerine söz sahibi eden felsefe, erkeğin kadın, insanın da doğa üzerine tahakküm kurmasının köklerini derinleştirir. Bu ayrımın tarihi “Beden, ruhun hapishanesidir.”[ii] diyen Sokrates’e kadar götürülebilir. Yüzlerce yıl bu tartışmalar eşliğinde yaratılan hiyerarşi, dinin dogmatizmiyle derinleşir. Aydınlanma çağı ise aklı tüm geleneksel ve dini anlayışlardan kurtarmayı hedefleyerek, aklın egemenliğine dayalı yeni bir dogmatizm biçimini ortaya koyar. Aydınlanmanın kökeninde yer alan kartezyen düalist düşünce, modern felsefenin kurucusu olarak bilinen Renê Descartes’ın akıl-beden ayrımı ve insan merkezci anlayışı ile sistemleşerek aklı ayrıcalıklı bir yere yerleştirip bedeni ve duyguyu yok sayar.
Bununla birlikte elbette felsefe bu ikili anlayışlarla sınırlı değildir. Spinoza’nın Tanrı/Doğa’sındaki monist ve içkinci anlayış, Hint felsefesinin evrendeki her şeyi bu evrenle açıklamayı öngören yaklaşımıyla benzerlik taşır. Yine günümüzde özellikle zihin felsefesi söylemleri ve nörobilim üzerine yapılan çalışmalar bu ayrımların yarattığı etkileri tartışarak her şeyin bir ve bütün olduğuna, evrenin bir beden gibi ilişkisellik/bağlantısallık taşıdığına dair binlerce yıl öncesine ait bilgileri yeniden “keşfeder”. Ancak mesele hangi filozofların ne kadar hakikatli meseleler tartıştığı değil. Bir düşünme yöntemi olarak felsefenin iktidarın ideolojik aygıtına döndüğünde erkek egemen sistemin bir üretim aracı haline geldiğidir.
Buna itiraz olarak kadınlar felsefe alanındaki cinsiyetçiliği ortaya çıkarmanın, yok sayılan kadın dilinin, yaratımının var edilmesinin, kadınların bu alanda yer almasının imkanlarını tartışıp mücadelesini verir. Kadın filozoflara referansla kadına dayalı bir dil oluşturmaktan bahseder. Kavramsal tartışmalarda karşıt fikirlerde olan erkek filozofların etkin ve ön açıcı felsefi tartışmalarının yanı sıra nasıl da kadına yönelik akıl almaz ayrımcı ifadelerde ortaklaştıklarını ortaya çıkarır. Peki gerçekten özgürlük pratiğinin kurulması bakımından bu yeterli mi?
Elbette tarihteki kadın filozofları ve bunların adının yok edilmesini anlatmak zorundayız; Hypatia, Diotima, Aspasia, Virginia Woolf, Simone De Beauvoir ve daha niceleri… Ve elbette felsefenin en bilinen isimlerinin kadın dilinin, bilgisinin, sezgisinin, değerinin yok edilmesine ön ayak oluşlarını deşifre edeceğiz. Kadınların eğitilmesinin mümkün olabileceğini ancak zekâlarının bilim, felsefe ve sanat dallarına yetmeyeceğini düşünen Hegel’i yalnızca efendi-köle diyalektiği tartışmalarını yapan bir filozof olmaktan ibaret olmadığıyla anacağız.
Ancak son tahlilde ulaşacağımız sonuç duygunun akıl kadar değerli olduğu, kadının erkek kadar “yapabilitesi” üzerine konuşup bunun mücadelesini vermek mi olmalı ya da salt bununla mı sınırlı kalmalı? Felsefe komünal ekonomi, demokratik siyaset, eğitim, tarih, sağlık, kültür gibi tüm toplumsal inşa alanlarının nasıl olması gerektiği sorusuna yanıt oluşturacağımız, ahlaki politik yaşam derken neyi kastettiğimiz, bu alanların harcı olan etik-estetik anlayışın yöntemlerini sunacak bir düşünme ve eyleme aracıdır.
Bizler felsefenin kadını dışlayan seslerini açığa çıkarmaktan fazlasını, kadına dayalı dil ile belki de bir yaratım estetiği olarak felsefi söylemi oluşturma imkânlarını tartışıyoruz. Kadın mücadelesi, sistemin büyük meta anlatılarına itiraz eden yeni bilim ve felsefe anlayışı ile birlikte yaşamın ilişkiselliğini ortaya çıkarıyor. Bu sebeple varoluşun ilk günlerinden itibaren makroevren olarak doğanın mikroevren olarak canlılık bedeninde tezahürünü, jineolojîk bakışla bütüncül bir şekilde ele alıyor. Kadın bakışına dayalı felsefe bir düşünme ve eyleme pratiği olarak hakikati aramaktan öte, yaratıcı bir şekilde yeniden kuran özgürlükçü bir toplumsal inşanın zemini oluyor.
[i] Muriel Barbery, Kirpinin Zarafeti, çev., Işık Ergüden, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014, s.46.
[ii] Platon, Sokrates’in Savunması, çev., Ali Çokona, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2012.