Ali Sinemilli
2013-15 yılları arasında İmralı’da devam eden görüşmeleri takip edenler hatırlar. Bu görüşmelerde PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın temel gündemlerinden biri ‘hasta tutsaklar’dı. İstisnasız hemen her görüşmede Öcalan’ın konuştuğu temel bir başlık buydu. Öcalan, bu konunun siyaset üstü bir yaklaşım ile çözülmesi gerektiğini dile getiriyor, ısrarlı bir biçimde devletin adım atmasını istiyordu. Devlet heyeti de adım atacağını söylüyor fakat atmıyordu. Aradan geçen uzun zamanda her defasında bir gerekçe öne sürülerek bu tahliyeler engellendi ve nihayetinde hiçbir hasta tutsak dışarı çıkamadı.
O günlerde bu konu daha çok siyasal gündemin bir parçası olarak değerlendirilse de PKK Lideri Abdullah Öcalan kendi tutumunu şöyle dile getirmişti: “Ben muhataplık durumunu düşünerek elimizde esir olanların bırakılması için talimat verdim. Bu ilişkilere ahlaki yaklaşıyorum. Ama onlar hasta arkadaşları bile hala bırakmadılar. Yaptığım bir şey karşısında herhangi bir şey istemem.”
Elbette ki, o günleri, süren görüşmeleri tekrardan değerlendirecek değiliz. Zaten bu konuda yeterince değerlendirme yapıldı fakat bugünden bakınca PKK Lideri’nin bu konuya neden bu kadar önem verdiği daha iyi anlaşılıyor.
Neredeyse her gün cezaevlerinden bir hasta tutuklunun katledildiği haberi geliyor. En son, 28 yıllık tutuklu Mehmet Sevinç’in Manisa Akhisar Cezaevi’nde beyin kanaması geçirdiği ve ardından götürüldüğü hastanede yaşamını yitirdiği haberi geldi. Kaldığı hücrede baygın halde bulunduğu ileri sürülen Mehmet Sevinç’in tahliyesine bir buçuk yıl kalmıştı ve ağır sağlık sorunları vardı. Buna rağmen bırakılmadı ve sözün gerçek manasıyla devlet eliyle katledildi. Mehmet Sevinç son örnek oluyor. Yakın zamanda böyle örnekler çoğaldı, bu gidişle daha da çoğalacak gibi görünüyor.
Açık ki, bir devlet politikası olarak siyasi tutsaklar cezaevlerinde tek tek öldürülüyor, katlediliyor. Yapılabilirse her gün dışarıya bir cenaze çıkarıp hem halkın moralini bozmak hem de mücadele azmini kırmak temel amaç gibi görünüyor. Dikkat edilirse, devletin ilgili kurumları üç maymunları oynuyor, hiçbir söz etmiyor. Bu bile katletme politikasının belli bir plan dahilinde sürdürüldüğünün ispatıdır. Kuşkusuz, bu saldırıların fiziken aramızdan aldıkları var. Yıllarını özgürlük davasına veren, bununla kalmayıp on yıllarca düşmanından aman dilemeden zindanlarda insanüstü bir azimle direnen çok değerli arkadaşlarımız, yoldaşlarımız bizden koparılıp alınıyor. Fakat mesele bunun çok ötesinde.
AKP-MHP iktidarı nasıl ki, özgürlük güçlerinin bulunduğu her alana saldırıp, tek bir canlı bırakmak istemiyorsa aynı politikayı zindanlarda da hayata geçiriyor, zindanları da bu çerçevede tasfiye etmek istiyor. Tek tek katliamlarla başta tutsakların iradesini kırmak, peşinden ise toplumu mücadele edemez hale getirip teslim almak istiyor. Bu kapsamda oldukça kapsamlı bir psikolojik savaş saldırısı yürütülüp tutsaklar şahsında toplumun direnme iradesi ortadan kaldırılmak isteniyor.
Kuşkusuz, bu noktada demokratik mücadele yürüten güçlerin, siyasi partiler başta olmak üzere sivil toplum örgütlerinin hatta özgür basının tutumu dikkat çekiyor. Elbette bu katliam politikasına karşı açıklamalar oluyor, haberler yapılıyor, bu bir biçimde gündem de yaratıyor fakat toplamda yapılanlar yetmiyor. Gerek siyasal-toplumsal örgütlerin refleksi, gerekse de basının performansı halkın tepkisini açığa çıkarmıyor, oldukça zayıf kalıyor.
Halbuki, Kuzey Kürdistan-Türkiye toplumunun en duyarlı olduğu konulardan biri cezaevleridir, cezaevlerinde yaşananlardır. Fazla uzağa gitmeye gerek yok. 2012’deki açlık grevi, yine 2019 yılında DTK Eşbaşkanı Leyla Güven öncülüğünde geliştirilen açlık grevi karşısında toplumun nasıl bir duyarlılık gösterdiği hala hafızalardadır. Bu dönemlerde cezaevleri direnişe öncülük etmiş, dışardakiler de bu direnişi sahiplenip büyütmüş ve sonuç almıştır.
Peki, neden şimdi böyle bir toplumsal duyarlılık yaratılmamaktadır? Neden 8 Mart’ta, Newroz’da alanları dolduran milyonlar bu konuda harekete geçirilmemektedir? Açık ki, bu konuyu yeterince gündemleştirmede, yaşanan durumun aciliyetini halka anlatmada sorunlar vardır. Meseleye ağırlığınca yaklaşmama vardır. ‘Devlettir yapar, faşizm var yapar’ denilmektedir. Evet böyle bir gerçeklik vardır. Fakat halkların direniş ve mücadelesi karşısında geri adım atmayan bir tek faşist iktidar da yoktur. Ki, Türkiye’deki mevcut iktidar en zayıf dönemini yaşamaktadır. Bu kadar pervasızlığının da esas nedeni kaybetme, yıkılma korkusudur. Eğer halklar harekete geçer, biriken tepkisini, öfkesini ortaya koyarsa, karşısında duracak bir iktidar yoktur. O halde, şimdi hiç vakit kaybetmeden halkın bu tepkisini, öfkesini harekete geçirecek bir eylem diline ihtiyaç vardır. Aksi durumda bu yaşananların vebali ağırdır.