Ahmet Güneş
İnsan bir gün bir yerinden vurulur, ölmese de yara alır ve bu durum bir ömür boyu sürer. İnsan beklemediği anda, beklemediği bir yerden aldığı yara ile ölerek yaşamaya devam eder. Tarih ve insan bunu öğretmiştir. Doğada ve uzayda bu ezberin cürmü tekrarlanıp duruyor. Anı zamanın içine koyan, anı zamanın içinden çıkaran hangi olay vardıysa, bir eşik sonra nefes alamayan bir mesafe oluverir.
Dikkat ve hayret birbirini kovalayıp sürüklüyor bizi. Yıldırmak için kehanetler, sömürmek için vaziyetler icat eder. Yokuş aşağı bir koşmaktır bu yürümek. Asla bir yokuşu çıkmak, bir ağaca tırmanmak değildir. Boşluğuna restini çekmiş bir oyuk misali savurur kendini her yere.
Politik nedenlerden dolayı yani düpedüz kapitalist ve faşist bir mantıkla Kürtlerin dağları ve ovaları yeni nesil savaş aygıtlarıyla bombalanıyor. Kim ses etse mahpusta soluğu alıyor. Öyle bir hâre kuşatmış herkesi. Oysa kuşatılmış bir yaşamın şehir veya mahalle değiştirmesi en fazla görmeyen gözlere bir gözlük. Öyle ki dövüşüp düşenlerin düşleri yıkılıyor bireysel düşlerin üstüne, hem de çok haklı olarak.
Kutsal kitaplarda yaşadığımız yerler cennet vaadi. Başlangıç da netice de burada yol arıyor ve hayat buluyor. Hükmeden bir sessizlik tüm dünyaya bir çağrı gibi, bir veba gibi yayılmış. Diyelim ki herkesin gözünün önünde özgürlüğü gösteren ve yaşadığının hakkını göstere göstere düşen kim varsa, uzak kaldığımızı sandığımız bir sonu gösteriyor.
Çarpışmak kolay değil, sonuna kadar hayati, son nefese kadar haklı. Biliyor, üzülüyor, feyz alıyor ve sabaha aynı umutla uyanıyoruz: Karanlığın sonu var; çünkü güneşin binlerce yıllık cesareti var. Haklıların mirası kimsenin mülkü değil, borcudur.
İsimlerin, nice buharlaştığı sanılan isimlerin dünyada bıraktığı adımları bir yol açarken, nicelerine feyz verirken, alkışsız ve bir o kadar tenha bir yerde toprağa düştüğüne şahit ve tanık oluyoruz. Efsanelerimiz, sözlü tarihimiz yetişiyor bu imdada. Düşenin ve dövüşenin son bakışı meydanlarda bir slogan, her daim anılacak bir yankı; caddelerden patikalara, her yere.
Bazı seslerin boyu uzundur. Uçurumların dibinden çıkmaz sokaklara kadar yankılanır. Herkes bilir, son avazın bitmeyen yeni sözü vardır. İntikam ve savaş iç içe geçerken, sabır ve öfke birbirini kovalar. Ufak bir ses, dalgalar boyu, renklerin ton farkı gibi birbirini izler. Çoğalıp duran bir ses herkese kendini duyurur.
Çemberine başkaldırmış bir çizgi, rayından sıkılmış bir yol, yeni yollar açar. Biliyoruz ve bir itirazın devlet dersinde bir anda yazılması gibi çocuksu inat ile yazıldığını görüyoruz. Görme biçimi, bakma adabı, cesaret çağı bir yaprak gibi açılıyor. Enkazı barikat yapan cüret, tüneli kıvrılıp kalma yeri değil, bir yol açma yeri gibi gösterir ve hatırlatır: Tünelin sonu başka coğrafyalarda yankısı dinmeyen bir isyan.
Yakınlaşıyoruz ters ve falso söylemlere. Yeniden yazacağız ve yazdıracağız. Vazgeçmeyenlerin soyu da sonu da tükenmez ve dünyaya nam salmış bu miras herkese eşyadan da yarardan da öte bir adım. Var gücümüzle varız ihanete de engellere de. Kâbus veya rüya olmak bize yakın, ya rüyayızdır ya da kâbus. Uyanan uyandıracak bir diğerini ve gördüğü düşü gösterecek: İhanet bir intihar, direnmek bir yeniden doğmak.
Haftanın kitap önerisi: John Fowles, Ağaçlar / Çeviren: Süha Sertabiboğlu, Ayrıntı Yayınları