Özne ile iktidar arasında bahsettiğimiz gibi çok sıkı bir ilişki var ve bu ilişki söylemsel dinamiklerle kurulan deneyimlerin ürünüdür. Bu durum tersine çevrilebilirdir ve bu zemin özgürlük pratikleri ile kurulursa özgürlüğün öznesi haline gelmek de mümkündür
Aycan Diril
“Anladığım kadarıyla bir konuşmacının başlıca görevi olan şeyi, bir saat konuştuktan sonra size defterinizin sayfaları arasına koyup sonsuza dek şömine rafında tutacağınız ufak bir saf hakikat parçası vermeyi asla becerememeliydim.”[i]
Virginia Woolf’un bu sözünü bir hakikat parçası gibi defterimin arasında saklıyordum bir süredir. Derken rafa kaldırılacak bir şey olmasına izin vermemek, tam da becermek istemediği şeyi becerememesini sağlamak gibi ironik bir durum içinde buldum kendimi. Söz konusu cinsiyetler, toplumsal kriz ve sömürü alanları iken de son sözü söylemek zordur. Gaye yeni bir sözün sorusunu yaratmak olur ancak…
Yine de kadın olarak kendimi, tarih boyunca nesneleştirilip sesimin, sözümün, varlığımın yok sayıldığını hatırladığımda söz kurmak, sözü örgütlemek, nihai ve doğru olan ideaya ulaşmak, özne olmak, öncü olmak gibi sorumluluklar hissederken buluyorum. Nihayetinde bedenimizi, bizi, kimliğimizi, inşa edilmiş tüm deneyimlerimizi çeşitli söylemsel dinamiklerle kuran sistemle mücadele ediyoruz. Bu da nesneleştirilmeye karşı özneleşmeyi, susturulmaya karşı bizim de çeşitli kurumlarla söz kurmamızı kaçınılmaz hale getiriyor.
Buradan bakınca çoğumuzun mücadele pratiğinde duyduğu hatta şiar edindiği bir cümle Woolf’un deyimiyle bir hakikat parçası gelip duruyor karşımıza: “kendi hayatımızın öznesi olmak!”
İnsan nasıl kendi hayatının faili ya da öznesi olur? Biz kendi hayatlarımızın nesnesi olduk da buna karşılık özne olmak gibi bir mücadele mi yürüteceğiz?
Elbette kastedilen sınırlı bir özne-nesne ayrımı tartışması değil. Derin bir tarihsel süreçten, sosyolojik, politik hatta psikolojik birçok gerçekten bahsediyoruz özne olamamak derken.
Yine de hatırlatmakta fayda var ki; jineolojî bilim, felsefe gibi düşünme yöntemleri vasıtasıyla özne-nesne ikiliği oluşturulduğunu, bu ayrımın sistemin ideolojik yaklaşımı olduğunu, ikilik içinde öznenin insan, erkek, akıl olurken nesnenin doğa, kadın, beden olarak kodlandığını vurgular ve düşünme yöntemlerindeki bu çarpıtmaya karşı çıkar. Tahakküm ilişkilerinin neredeyse hepsinde açıkça nesneleştirme söz konusudur. Bu; çocuklar, işçiler, halklar, hayvanlar, bitkiler söz konusu iken de böyledir.
Hal böyleyken mücadelenin bir boyutu nesneleşmeye karşı özne olmak gibi gelir. Ancak bu da mevcut iktidar ilişkileri içinden gelişiyorsa özne-nesne ikiliğini yeniden üretiyor gibidir. İkiliği yeniden üretmek her durumda söz konusu olmayacağı gibi özne olmayı istemekten vazgeçeceğimiz anlamına da gelmez elbette. Burada hayatlarımızın öznesi olmak derken ne kastettiğimizi iyi belirlemek gerekir. İrade koyabilmek mi, zihni özgürleştirmek mi, peki ya beden?
Böyle bakınca bedeni nesne olarak kuran Kartezyen felsefe anlayışının aklı, iradeyi “ben” yani özne olarak kabul etmesini bir önvarsayım olarak alma riski taşırız. Oysa zaten dünyada olmaklık; beden aracılığıyla bu dünyayı deneyimlemek üzerinden gelişiyor ki bu düşünce de bedeni veya kadın olarak bizi nesneleştiren anlayışı daha baştan reddetmeyi sağlıyor. Kendi hayatımızın öznesi olmak, üzerine irade gösterip mücadele etmemizi gerektiren bir durum bile olamaz hale geliyor.
Demek istediğim şu ki; “Merleau-Ponty dünyada olmayı yaşayan bedenin algısı olarak düşünmeyi önerir; algının öznesini de çevreleyen dünyasına yönelimsel bağlarla bağlı organik bir beden olarak kavrar.”[ii] Yanisi varlığımızın ilişkisel olduğunu, hepimizin bir dokunun parçası olduğunu fark ederiz beden derken. Algının öznesi ben değil, bedendir!
İşler karıştı…
Merleau-Ponty bedenin bir nesne olarak kurgulanmasının algılayan özne ve algılanan nesne kutuplarının oluşmasında belirleyici bir an olduğunu söyler. Haliyle hayatlarımızın öznesi olmak şiarı aynı belirleyici önkabulle harekete geçer.
Anlaşılan dünyayı beden aracılığıyla yaşıyorsak ve yaşayan beden bir algılayan özne ise salt nesne olmamız mümkün değil. Bu durumda başta söylediğimiz nesne olmaya karşı nesne olmanın imkânsızlığı ve doğalında özne olmak halinden mi bahsediyoruz yani? Amacımız bedenin nesneleştirilmesi aklı/zihni özne yapıyorken buna karşı çıkmak için bedenin nesne değil de özne olduğunu söylemek değil, bu ikiliğin baştan hatalı bir varsayım olduğunu ortaya koymak. Nitekim özne/fail olmak bizim hiçbir zaman kaybettiğimiz bir durum olmasa gerek. İktidar ilişkileri içinde yaratılan sınırların veya kimliklerin öznesi olarak kurulduk zaten. Örneğin kadınlar olarak kurban kimliğinin öznesi olmamız, bunu performe etmemiz gibi… Nitekim öznenin kendisi tarihsel süreçlerin ürünüdür, belirli koşulların içine yerleştirilip onları deneyimleyerek o koşulların öznesi oluruz. Haliyle özne ve nesne bir ikilik oluşturamayacak kadar bedende, zihinde, toplumsallıkta mevcuttur. İktidar ilişkileri içinde özneleşme kimi zaman “mağdur kadın” kimliğinin öznesini yaratabilir. Ya da bedenin nesneleştirilmesine karşı özneleştirilmesi kimi zaman bedenin metalaşması sonucunu açığa çıkarabilir. Dolayısıyla özne derken özgür deneyimlerin öznesini yaratmaktan bahsediyor olmamız gerekir.
Özne ile iktidar arasında bahsettiğimiz gibi çok sıkı bir ilişki var ve bu ilişki söylemsel dinamiklerle kurulan deneyimlerin ürünüdür. Bu durum tersine çevrilebilirdir ve bu zemin özgürlük pratikleri ile kurulursa özgürlüğün öznesi haline gelmek de mümkündür. Burada öznenin kurulduğu önkabulü ile özneleşme sürecini özgürleştirme ihtimalinin de açığa çıkacağını kastediyorum. Bu da nesneleşmeye karşı özneleşme değil özne deneyimlerinin özgürleştirilmesi sorumluluğunu ortaya koyar. Merleau-Ponty’nin eksik bıraktığı budur belki de. İkilik oluşturan anlayışın hatalı olduğunu söylemekten fazlasına ihtiyacımız var. Kadın mücadelesi ve bilhassa yaşam bilimi derken biz bu eksikleri aşma ve yeni dünyayı yaratmanın imkânlarını daha net ortaya koyma sorumluluğunu taşıyoruz.
Bize sistemin dayattığı sınırları ve tanımlamaları kabul etmediğimiz gibi, bu kabulün yarattığı mücadele rotasını da iyi incelemek gerekir diye düşünüyorum. Çünkü bu tartışma ile baş başa kaldığımda nesne olmaklığa karşılık özne olmaklık üzerinden bir mücadele yöntemindense beden aracılığıyla deneyim edinmenin ve varlıkla ilişkisel bir bağ kurarak özne-nesne ikiliğinin daha başından zeminini kaydıran bir yaklaşımın içinde buldum kendimi. Bunun sonucunda ortaya çıkacak özgürlük pratiği ise verili, statik, forma girmiş özne kavramı yerine diyalektik bir oluş/dönüşüm halindeki özneleşme, hatta özgür öznel deneyimlerin yaratılması imkânlarını var ediyor.
İktidarın nesneleştirmesine karşı özne, iktidar ilişkisi içinde inşa edilmiş, verili, varlık olarak önsel olan, kimlikleşen irade gibi anlaşılabilecek bir şeydir. Oluş halinde özne veya öznel deneyim ise dünyada var olmayı, inşa etmeyi ve sistem eliyle kurulan yapıyı bozuma uğratma imkânını açar. Dolayısıyla özne-nesne ikiliği içinde nesne olmaktan vazgeçmek, özneyi yoktan var etmek değil; ikiliği reddederek tahakküm aracılığıyla çarpıtılarak kurulmuş olanı yıkıp yeniden yaratacağımız özgür deneyimleri düşünmektir. Yaratan, üreten, değişerek bugüne gelmiş ve değişmeye devam edecek kaygan deneyimler kümesinin varlığını düşünmek, ikilikleri aşmanın yeni yolları gibi görünüyor.
Bir hakikat parçası da biz ekleyelim o halde; sorularla bozuma uğratılabilecek ve defterler arasında kalmasını becerememeyi umduğumuz: hayatımızın öznesi olmayı değil, özgürlük pratiklerini deneyimleyen kolektif özne yaratmayı hayal edebiliriz.
Son olarak bu felsefi tartışmanın batı metafiziğini yorumlamaktan fazlası olduğunu düşünüyorum. Topyekün bir politik yaklaşım geliştirmek açısından toplumsal yeniden inşanın mücadelesini verenlere yeni yollar açıyor olacak ki bugün feminist felsefenin de önemli bir tartışma konusu.
Ve bu arada Karl Marx’ın ünlü sözünü hatırladım yeniden; “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Şerh düşüyorum: bazen yapılan yorumlar komple sistemi değiştirme niteliği taşıyor, hele de toplumsal krizleri aşmaya çalışanlar, tahakküme karşı itirazı örgütleyenler tarafından yapılıyorsa!
[i] Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev., Dost Körpe, İstanbul: Kırmızıkedi Yayınları, 2020, 6.
[ii] Zeynep Direk, “Algı Sorunsalına Giriş”, Dünyanın Teni içinde, İstanbul: Metis Yayınları, 2017, sy. 15.