Bir sivil itaatsizlik eylemi olarak açlık grevleri, eyleme giren kişinin kendi bedeni üzerindeki tasarrufunu göstermesi ve iktidarı kendi bedeninde mahkûm etmesi açısından önem arz eder. Kişinin kendini kendi eyleminin öznesi kılması açısından da tarihsel bir arka plana yaslanmaktadır. Hiç şüphesiz yakın tarihin en bilindik açlık grevi eylemi ve modern sivil itaatsizliğin öncü pirlerinden biri Gandhi’dir. Her ne kadar sivil itaatsizlik kavramının temellerini atan Henry David Thoreau’ta (1849) olsa da bu eylem biçimini pratikte en üst noktada ifa eden kişi Gandhi’dir. Ama açlık grevi bir eylem biçimi olarak bildiğimizden daha eski bir tarihe uzanmaktadır.
Tarihsel sürece bakıldığında açlık grevlerinin bilinen ilk örneklerinin Roma döneminde Hıristiyanlara yapılan baskıya bir tepki olarak ortaya çıktığı rivayet edilir. Dönemin tarihi aktarımlarına göre Roma imparatoru Tiberius’un yakın arkadaşı ve o dönemin avukatı Nerva, Roma’da cinayet ve işkencenin yaygın olmasına tepki olarak tarihin ilk açlık grevini başlatmıştır. Bunun yanı sıra Hıristiyanlık öncesi İrlanda coğrafyasında, tahminen M.Ö. 400’lü yıllarda da bir hak arayışı biçimi olarak icra edildiğinden bahseder tarihçiler. Hatta coğrafik genişlik anlamında Mezopotamya’dan antik Hindistan’a kadar uzandığını da söyleyebiliriz. Dolayısıyla açlık grevleri, oldukça köklü bir geçmişe sahip, bütün kültürlerde saygıyla karşılanan güçlü bir vicdan eylemi olarak tarihe geçmiştir.
Antik çağdan bu yana haksız yere hakları elinden alınan kişinin haklarına el koyanın evinin kapısının önünde açlık grevi gerçekleştirildiğini biliyoruz. Zira bu tür eylem biçimlerinin asıl amacı gasp edilmiş hakların iadesi ve bunu bir toplumsal sorun olarak açığa çıkarma isteğidir. Bunun bir sonucu olarak Gandhi, 1913-1948 yılları arasında, modern itaatsizlik bağlamında toplamda 17 kez açlık grevi eylemine bizzat başvurmuş ve eylemlerin birçoğu hedefe ulaşmıştır. Dolayısıyla şiddet uygulayanlara karşı tarihin en merhametli ve şiddetsiz eylem biçimi olarak amacına kısmen ya da tamamen ulaşma çabasıdır. Böylece karadan biraz beyaz ve beyazdan da biraz kara olan coğrafyanın bilgesi Gandhi sayesinde açlık grevleri modern dünyanın itaatsizlik eylemi olarak son derece yaygın bir protesto biçimi haline gelmiştir.
Çıkış noktasına bağlı olarak bu tür eylemlerin asıl amacı öncelikli olarak hak gaspını protesto etmek ve son bir olanak olarak söz konusu meseleyi kendi bedeni üzerinden afişe etmektir. Açlık grevi şeklinde beden hakkını kullanan kişi genellikle umuda dair bir ışık gördüğü için eyleme başvurur. Lakin gözlerine ilişen ışığın feri onu açlığa yatmaya sevk eder, çünkü bedeninden başka bir imkanı yoktur.
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de açlık grevleri pek çok kez yapılmış ve halen yapılmaya devam edilmektedir. Özellikle İrlanda başta olmak üzere Afrika’dan Latin Amerika’ya, Asya’dan Avrupa’ya kadar bir politik eylem biçimine bürünmüştür. Eylemin coğrafyamıza yayılma tarihi ise Nazım Hikmet’in Bursa’daki açlık grevi olarak bilinmektedir. Özellikle Kürt özgürlük hareketinin Diyarbakır zindanlarında başlattığı açlık grevi direnişi tarihte önemli bir iz bırakmıştır. Bunun yanı sıra siyasi tutsaklar Türkiye cezaevlerinde sayısız eylemler başlatmışlardır. Zamanla bu grevin ne tür şartlar altında ve nasıl yapılacağına dair çok belirgin kurallar ortaya çıkmıştı.
Nitekim 20. yüzyılın çalkantılı siyasi arenasında adalet aramanın sabit yollarından biri de hiç şüphesiz açlık grevleri olmuştur. 1970’li yıllar sonrasında, 2. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle insan hakları alanlarındaki gelişmelerle beraber, açlık grevleri daha görünür, duyarlılık gösterilir bir eylem halini almıştır. Zira bu tip bir protesto, protestonun asıl amacı olan halkı o denklemin içine çekmek, grev içeriği ile toplumsal bir sorunun odak noktası haline getirmektir. Asıl hedefi, protesto edilen konuya dair politika değişikliğini tetiklemek ve protesto edilenle halk arasında vuku bulunuş adaletsizlik duygusunu uyandırmak veya tetiklemektir. Aslında açlık grevi bir nevi bir iletişim çeşididir, çünkü ancak kopmuş olan iletişim yolu bu şekilde açılabiliyor. Ayrıca grevciler genellikle fiziksel zayıflıklarını yeni bir güç denklemi olarak görürler. Yani iktidarla olan güç eşitsizliğini dengeleyeceğine inanırlar ki, bünyesel güçlerinin zayıflamasının, otoritenin de gücünü zayıflatacağı algısı mutlaktır ve böylece güç dengesizliği zamanla dengeye dönüşür. Dolayısıyla tutsak evlerindeki açlık grevlerinin amacı güç teknikleri ve yaşamı kontrol etmek olduğu için, “modern” bir protesto biçimi olarak anılmaktadır.
Leyla Güven’in bir mevsimlik açlık grevinin nedeni devletin uyguladığı katı tecrittir. Leyla bu tecridin son bulması için bu şiddetsiz protestoya başlamıştı, çünkü tecrit koşulların kendi nesnel koşullarının yanı sıra ortaya çıkardığı şiddet ve çatışma ortamı her geçen gün bütün topluma sirayet etmektedir. Bu ülkenin dört bir yanını yüksek güvenlikli mahpuslara çeviren bir sisteme karşı bir uyarı beyanı, radikal bir itiraz, bedensel bir isyan, ahlaki bir sesleniş, etik bir başkaldırı ve zihinsel bir direniştir Leyla’nın başlattığı eylem. Şimdi o direniş birçok yerde aynı anda ve aynı inançla yükseliyor. Tarihin tanıklık ettiği en pasifist eylem bir mevsimin sonunda bir isyana, bir itiraza ve köklü bir direnişe doğru veriliyor. Bunun sonucunda tecridin kırılıp, barışın yolunun açılacağı umudu doğmaktır. Dolayısıyla böylesi bir eylem biçiminin hem insani olarak hem de entelektüel bağlamda vicdan, merhamet ve etikle birebir ilişkili olduğu şaşmaz bir hakikattir.
Meşru protesto kanallarının olmadığı bu baskıcı rejimde, açlık grevi oldukça önemli bir güç gösterme ve protesto biçimi olarak ifa edilmektedir. İnsanlık onuru için bir mücadele olan eylemin amaç ve tinsel yüceliği çok açıktır. Süresiz ve dönüşümsüz bir kararlılıkla bir mevsimdir devam eden Leyla’nın ve cezaevlerindeki yoldaşların dayanışma grevlerinin dışardan sürüyor olması, toplumsal duyarlılığının oluştuğu anlamına gelmektedir. Her ne kadar istenen ölçüde olmasa da toplumun bu anlamda hassasiyet göstermesi ve sorumluluk üstlenmesi eylemin içerden dışarıya taşındığı anlamına gelmektedir. Açlık grevlerinin amaçları açısından bu önemli bir aşamadır. Dolayısıyla Leyla’nın başvurduğu eylem biçimi ‘hayatı uğurunda ölecek kadar sevenlerin’ hayata tutunma çabasının dışavurumu olarak okunmalıdır.
Küresel ve tarihsel bir perspektifle bakarken her açlık grevlerini kendi tarihsel bağlamında açıklamak ve direniş potansiyellerine odaklanmak gerekir. Modern itaatsizliğin bir biçimi olarak açlık grevleri; insanlığın barış ile kurduğu ilişkinin en önemli yol gösterici ilkelerinden biridir. Dolayısıyla onun politik öznelliğiyle ve benliğinin teknolojisiyle ilişki kurmadan onun vermek istediği mesajı anlamak çok çetin bir yorum olarak karşımıza çıkacaktır. Lakin bu yol gösterici ilkelerden biri, politik öznelliğin ilgili güç alanlarında nasıl üretildiği ve açlık grevlerinin ne kadarının “benliğin teknolojisi” olarak anlaşılabileceği sorusunun tam da kendisidir.
Dolayısıyla asıl sorunun asıl sebebi hukuk dışına çıkanın adaletsizlikle yüzleşmedeki çaresizliğinin dışavurumudur Leyla’nın açlık grevi. Leyla’nın eylemiyle tekrardan pratik bulan “şiddet dışı direniş” felsefesini yeni bir kurtuluş yolu olarak okumak gerekir.