‘Dar grup çıkarlarını değil, sınıfın çıkarlarını düşünmek. Bu kadar basit. Sınıf kazanınca biz kazanıyoruz. Böylece gerçek anlamda yoldaşlaştık. Birlikte kafan gözün kırılıyor, gözaltına alınıyorsun, orada bir yoldaşlaşma başlıyor zaten’
M. Ender Öndeş
Türkiye işçi sınıfı cephesinde bir süredir nicelik olarak küçük küçük olmakla birlikte, moral verici direnişler yaşanıyor. Yasaklar rejimine karşı çoğu kez ‘meşru’ ve ‘fiili’ yollara başvuran sendikal hareketler, her zaman başarı kazanamasalar da ısrarla sokağı zorluyorlar. Sendikal alanda zor görülen bir işi başararak yoldaşlık hukukuyla rekabetten uzak bir ‘birliktelik’ kültürü yaratan DİSK Dev Yapı-İş ve bağımsız sendika İnşaat-İş de bu yoldan yürüyerek neredeyse her gün bir eylemle gündemimize giriyor. ‘Sokaktaki Sendikalar’ dizisinin bugünkü bölümünde, Dev Yapı-İş Genel Başkanı Özgür Karabulut, İnşaat-İş Örgütlenme Sekreteri Yunus Özgür ve Dev Yapı-İş Disiplin Kurulu üyesi Köksal Çalışkan ile görüştük.
- Önce bir toparlama yapalım isterseniz…
Özgür Karabulut: Ağırlıklı olarak toplumun en yoksullarının çalıştığı, yüzde 80’e yakını da ‘gurbetçi’ olan bir iş kolundayız. Arkadaşlar 6 ay bir yerde, üç ay bir yerde çalışıyor, işin de devamlılığı yok. Buna rağmen 2010’dan bu yana mücadeleci sendikalar sayesinde ciddi bir direniş kültürü oluşmuş durumda. Sendikal örgütlülük açısından durum belli. Bir buçuk milyona yakın inşaat işçisinin 50-55 bini sendika üyesi gibi. Bunun da büyük çoğunluğu kamudaki işbirlikçi Yol-İş’te, kalanı bağımsız sendikalarda. Hak-İş’e bağlı bir sendika da var ama onun bile örgütlenmesi zayıf. Çünkü burada kıran kırana yürüyen bir mücadele var ve patronlar özellikle büyük inşaat projelerinde bir sendikal kültür oluşsun istemiyorlar. O zaman da işçiler mücadeleci sendikalara kayıyor. Böylece 10 yıllık mücadelede birbirinden görerek, duyarak, sosyal medyada karşılaşarak yönelen işçilerle yaygın bir ilişki ağımız oluştu. Üye sayılarımız sektöre göre küçük ama memleketin her tarafını betona boğdukları için neredeyse her şantiyede bir ilişkimiz var, her şeyden haberimiz oluyor. Özellikle mega projelerde.
Ülkenin ekonomisi 40 tane inşaat patronunun kasasının doldurulmasıyla dönüyor, bütün projeler bunların; altta da ahtapot gibi örgütlenen taşeronları var. En sıradan yasal haklar bile yok; 1900’lerin başındaymışız gibi, basit ve normal yasal haklar için gözaltılara gidiyoruz. İnşaat işçisi köle gibi, tahta kurulu yataklar, böcekli yemekler, aylarca verilmeyen ücretler… Biz de inşaat işçisinin köle olmadığını söylüyoruz.
- O slogan o yüzden tutuyor galiba.
Ö.K: Evet öyle, çünkü somut durum öyle. Gerçekten köle gibi davranıyorlar işçiye.
‘Sendikalar, esas olarak aidat olmadığı için yönelmiyor buraya. O kesintinin temel nedeni bu. Bu sektörde hamallık ve emek gerekiyor. Gerçekten hiçbir çıkar gözetmeden çalışıyoruz biz. Aidatı bırak, cebimizden gidiyor yani’
- Peki, şunu soracağım. 1960’lar, 70’lerde bu kadar yoğun inşaat olmadığı halde, iyi bir Yapı işçileri hareketi vardı. Yalınayak İsmet, Fukara Tahir, Necmettin Giritlioğlu… Sonra bir kesinti mi oldu?
Yunus Özgür: Bu durum, o dönem devrimci hareketin güçlü olmasıyla ilgili. Fukara Tahir’dir, Necmettin’dir, hepsi gerçekten sınıf devrimcileri. İşçi sınıfının içinden çıkan bireyler. O yıllardan sonra Türkiye’de şantiyeler olmadı mı? Oldu. Ama sendikal hareket buralara yönelmedi. Bunun sebeplerinden biri de aidat meselesidir. Örgütlenip toplu sözleşme yapma şansın şantiyelerde çok az. Çok sirkülasyon var, projenin biri bitiyor yenisi başlıyor. Bitmese bile işçiler değişiyor. Projeye başlayan işçilerle bitirenler aynı olmuyor. Finans Merkezi’nde mesela iyi ekipler yakalıyoruz, üç ay sonra o ekipler darmadağın oluyor. Aynı insanlarla iki-üç yıl yürüsen bir şeyler yapabilirsin ama olmuyor. Bu sektörde hamallık ve emek gerekiyor. Gerçekten hiçbir çıkar gözetmeden çalışıyoruz biz. Aidatı bırak, cebimizden gidiyor yani.
- Bir de şantiye eylemleri çok patlamalı/sönmeli gidiyor…
Ö.K.: Anında yakıp yıkarlar! Kaybedecekleri bir şey yok. Dostlarımız soruyor, niye bu kadar büyük, görkemli direnişler gerçekleştiği halde örgütlenmede bir büyüme görülmüyor, diye. Ama 10 gün süren eylemimiz azdır bizim mesela. İşçi iki gün çalışmasa evine ekmek götüremez, uzun süreli direnişlerin yürüme şansı yok. Fabrikada greve çıkarsın, sendika işçiyi destekler ve uzun direnişle haklar alınabilir. Bizde işçiye köle gibi bakıyorlar, yasal haklarını almak bile marifet. Kıdem tazminatı, hafta tatili, bayram tatili, 45 saat üstü mesai kavramı yok; biz bunların hepsini almışız ve işçiler açısından bunlar büyük bir devrim niteliği taşıyor. Yani bırak işçileri, bizim mazot paramız olmuyor, yemek yemediğimiz günler oluyor, yazın sıcağında cebimizde su parası olmuyor, şantiyeden arkadaşlar getiriyor. Bir lokma bir hırka ve dayanışmayla yürüyoruz.
- Sert ve yanıp sönen eylemler…
Y.Ö.: Adam defalarca söylemiş, itiraz etmiş bu yemeğe, çözülmüyorsa yakıp yıkar, o kadar. Sonra düzeliyor biraz. Ama gittiği yeni şantiyede her şey sıfırdan başlıyor. Aslında bir birikim yok değil. Dipten birikim var, deneyim aktarımı var. Biz bir eylem yapıyoruz, İzmir’deki de görüp yapıyor. Sosyal medyalarımızı takip ediyorlar, biz haberleşiyoruz. Patronlar da izliyor. Mesela Limak’ta klima eylemi oldu, o eylemden sonra İstanbul’un bütün büyük şantiyelerine klima koydular, yatakları değiştirdiler. Bir şantiyede eylem varsa, diğerlerinde patlak vermesin diye önlem alınıyor. Bu gücümüz var yani.
İnşaat işçisinin yakıp yıkması, birincisi sektörün getirdiği bir sertlik. Bir de, sınıf kültürü, sendikal bilinç yok. İnşaat işçisi, kapışırız, kim güçlüyse kazanır diyor. 3. Havalimanı’nda iş durdurma filan beceremedik mesela. O kültür yok. Bir de Kürt işçilerin yoğun olması var. Belirli bir eylem bilinçleri var. Uzak değiller. O da çok etkili.
- Güven sorunu da önemli sanırım biraz?
Y.Ö.: Gurbetçi adam, bin kilometreden gelmiş, tahtakuruları, rezalet yemekler ve parasını da alamıyor. Ve tam orada sendika hızla bir güven sağlıyor. Hiçbir çıkar gözetmiyorsun çünkü. Aidat da almıyorsun. Eylemde kafan gözün kırılıyor, gözaltına alınıyorsun, işçi bunu görüyor. Şantiyelerde fısıltı gazetesi vardır; sen 10 kişiyle eylem yaparsın, o yüzlerce işçiye yayılır. Sonra biri Çanakkale’ye gider, biri Erzurum’a ve yayılır.
Ö.K.: Bir de sorun büyüyünce işveren öfkeyi kontrol edemiyor; dayak yeme riski var! Yani biz işçi açısından da, yönetici açısından da kurtarıcıyız. O anlarda yönetici ağzıyla kuş tutsa işçilerle bir muhataplık ilişkisi kuramaz ama biz gittiğimizde arkadaşlara diyoruz tamam temsilcilerinizi seçin, ne istiyorsanız yapalım. Düşün, Finans’ta vantilatör meselesinde biz gittiğimizde polis bize megafon getiriyor sesimiz duyulsun diye. 2 bin işçi. Kaybedeceği hiçbir şey yok. İş bulamama derdi yok. Burada eylem koy, yarın başka şantiyede çalış. Öyle yani.
- Cürmünüzden büyük bir güçten bahsediyoruz o zaman?
Ö.K.: Cürmümüz de büyük aslında. Finans merkezinde yürüyemiyoruz biz. Üye sayısında da öyle değil aslında. Biz takip edemiyoruz. Adam bu şantiyede üyemiz, yan şantiyede işkolunu değiştirmişler, üyeliği düşüyor. Finans Merkezi’nde 7 bin insanın sorununu çözmüşüz, iki sendikanın üye sayısı 3 bin. Ya da adam yeşil kart devam etsin diye sigorta yaptırmıyor, sendika üyeliği düşüyor. Asıl mesele sendikalı olursan işten atılırsın algısı. Sistem ve patronlar bunu yayıyor.
Y.Ö.: Bir de her şey ücret sanılıyor. Oysa son dönem çözdüğümüz hiçbir sorun ücret sorunu değildi. Kıdem hakkı, haklı fesih, ödenmeyen Pazar ücretleri, vs… Üye sayısının ötesinde inşaat işçileri arasında bir hak kültürü yaratıyoruz biz. On yıl önce bu yoktu. Ücret üzerindendi her şey. 2018’den sonra durum değişti. Bu kültür şantiyelerde de yayılıyor.
- Peki, bu kadar para kazanan adamlar niye basit hakları vermiyor?
Ö.K.: İşçi istemediğinden öyle. Bir şantiyeden 70-80 bin işçi geçmiş, biz 7 bininin sorununu çözmüşüz. Verse hepsine verecek o zaman. Yayılmasını istemiyor. Asıl sorun AKP’ye yakınlık değil, örgütsüz işçi yığınları. Limak’a, Kalyon’a, Rönesans’a diz çöktürüyoruz biz. Yüklenince alıyorsun. Biz maaş 3 lirayken 5 olsun mücadelesini çok az yürüttük. Haklarını bilmiyordu insanlar; paramı aldım tamam diyordu. Gasp bu. Üstüne gidiyorsun alıyorsun yani.
- Peki, bu iki sendika nasıl oldu da birlikte yürümeyi başardı? Sırrı ne bunun?
Y.Ö.: Tek kelimeyle dar grup çıkarlarını değil, sınıfın çıkarlarını düşünmek. Bu kadar basit. Sınıf kazanınca biz kazanıyoruz zaten. Dev-Yapı’nın ya da İnşaat-İş’in dar kazanımları değil, oradan baksak birbirimize gireriz. Ben arkamı dönüyorum, bakıyorum Özgür bize üye yapıyor veya biz Dev-Yapı’ya üye yapıyoruz. İki sendikanın da bakış açısı böyle. Böylece gerçek anlamda yoldaşlaştık. Birlikte kafan gözün kırılıyor, gözaltına alınıyorsun, orada bir yoldaşlaşma başlıyor zaten.
Ö.K.: Nasıl başladı… İlk mesela 2017 Skyland direnişindeydik. İki ayrı taşeron firmada aynı şantiyede eylemdeyiz. Daha önce bazı yerlerde arkadaşlar didişmişler. Bir soğukluk, rekabet var. Oysa örgütlenmek isteyene alan geniş. Aynı şantiyede aynı işçilere aynı sözleri söylüyorsun; saçma bir durum. O gün Skyland’da selamlaştık. Sonra bir iki sokak eylemi örgütledik. Ama işin mayalandığı yer 3. Havalimanı direnişi oldu. Orada iki sendikanın rekabetçi olmayan tutumu sorunu çözdü. Rekabet böler eylem birleştirir. Rekabet işçi açısından hoş değil. Patronlar da negatif propaganda yapıyor. Zaten sokakta yan yana geliyoruz, bu alanda niye birlikte olmayalım dedik. Bu iki sendikaya güç verdi, dostlarımıza da büyük moral oldu. Tarihte böyle uzun süren örnekler yok pek. Hassasiyetlerimize özen gösteriyoruz, bir işçi grubu geldiyse iki sendikaya birden üye yapıyoruz. Belki birleşmiş olsak bu kadar pozitif etki yaratmazdı.
- Konfederasyonlar ve sokak sendikacılığı arasında büyük bir açı oluştu artık… Öyle değil mi?
Ö.K.: Herkes durunca bir adım önde olan çok aktif görünüyor sanki. Sadece mevcudu korumaya çalışan bir sendikal hareket var Türkiye’de. Ve sadece kamuya sıkışmış. Özel sektörü Türk-İş tutmuş, DİSK’in çok rolü yok. BMİS var, Tekstil ve Lastik İş var. Bizim gibi değil ama. Biz sokakta, bürokratik ilişkilere hiç girmeden gözü kapalı dalıyoruz. Sendikal bürokrasi içinde mevcudu ve aidatları koruma kaygısı adım atmamayı getiriyor. Bizim eylem alanımız zaten mevcut sendikal yasalara sığmayan yerler. TİS gerçekliği yok bir defa.
‘Sendikalar adım atamıyor ama diğer toplumsal dinamikler çok mu hareketli? Siyaset alanı da kötü. Şu an hiçbir yerde adım atılmadığı için biz öne çıkıyoruz. 30 bin kişilik şantiyede 5 kişinin hakkını aldığımızda topluma moral oluyor’
Bir de bu toplumsal dinamiklerin gelişmesiyle ilgili. Sendikalar adım atamıyor ama diğer toplumsal dinamikler çok mu hareketli yani? Siyaset alanı da kötü. Şu an hiçbir yerde adım atılmadığı için biz öne çıkıyoruz. 30 bin kişilik şantiyede 5 kişinin hakkını aldığımızda topluma moral oluyor. Klasik formla iş yapamazsın artık. Sendika, parti, dernek, hepsi açısından böyle. O sınırı aşmak, sınıfın değişen yapısını yakalamak lazım. 90’dan bu yana başkan olan adamlar sınıfla aynı dile konuşamıyor ki. Koltuğunu koruyor. Her şey değişmiş hâlâ aynı adamlar aynı koltuklarda. Yeni bir şey oraya giremez. AKP ile birlikte yayılan biat kültürü her yerde var çünkü.
- Mevcudu korumak nereye kadar?
Y.Ö.: Onu da koruyamazsın, onu da kaybedersin.
Ö.K.: Her TİS sorası bir kriz ve isyan çıkıyor; çünkü umut veremiyorlar kitleye. Bizde, özeleştirel olsun bu dediğim, herkes bir yeri tutmuş, kimseyi oraya sokmuyor ve büyüyemiyor o yüzden. Büyümek de istemiyorlar, eldeki dükkân gider diye.
Y.Ö.: Son yıllarda bağımsız sendikaların çıkışı okyanusta önemli bir damla. Sınıf eski sınıf değil. Fabrikalar da eski fabrikalar değil. İçinde devrimci, mücadeleci sendikalar olsa da mevcut konfederasyonlar miadını doldurmuş aslında. Ücret sendikacılığı dahi yapamıyorlar artık; patronlar ve iktidar bunu bile yaptırmıyor. Ha, bağımsız sendikalar nereye varacak? Bugünden kestiremiyoruz bunu. Bir yerde patlar ama sınıf. Sınıf öyledir. Patlar ve koltukları yıkar. DİSK’in kuruluşu böyleydi.
Ö.K.: DİSK niye 60’larda kuruluyor? Siyasal mücadele değiştiriyor ortamı yani. Tüm kurumlar alt üst oluyor. Siyasal mücadele ile sendikal hareket at başı gider her zaman. Toplumsal dinamikler güçlüyse sendikalar da değişmek zorunda kalır. 80 sonrasında da zindan direnişleri, özgürlük hareketinin çıkışı ortamı da canlandırdı. Netaş grevi, öğrenci eylemleri, 89 baharı… Devrimci örgütler de her yerdeydi. Şimdi mahallelerden çekilmişiz, işyerlerinden çekilmişiz. Sonuç olarak sendikal mücadele, toplumsal mücadele ile birlikte yükselecek. O zaman sendikalar savaş için de, özgürlükler için de yürüyordu. 96 1 Mayıs’ını düşünün mesela. Sendikalar vardı ama mücadeleyi büyüten arkasındaki devrimci güçlerdi. Muazzam kortejleri nasıl unuturuz? Yani durum öyleyken sendikaların rahat etmesi mümkün mü? Seni ileriye taşıyan güçler var çünkü. Yoksa siyaset sendikalardan beklerse nereye varılabilir?
Aidiyet önemli bir kavram
Köksal Çalışkan: Asıl anahtar ‘kurtarıcı’ kelimesi. Yani sendikayı kendinin bir parçası olarak görmüyor. Ben konuşuyorum şantiyede arkadaşlarla. Sendikanın önemini biliyorlar, sorun yaşadığında gelip çözüyor sorunu. Ama ilişkilenmeden biraz korkuyorlar, ihtiyaca göre ilişki kuruyorlar. Bir de inşaatta şu var. Biz mesela şu anda Yapıyap’ın alt kolundayız. Ana firmada daha rahat oluyorsun. Taşeron senin örgütlülüğünü de kesiyor. Taşeronun taşeronu, formenler, vs… İş alta kadar böyle gidiyor. Son çalıştığım yerde 12 kişiydik, 4’ü kardeş, ikisi de amca çocukları. Yani sonuçta sendikayla ilişki kurmak lazım ama üye olmamak lazım. Böyle düşünüyor işçiler.