Çoğumuz kafasına göre takılıyor ya, bugün ben de gündem dışına çıkayım.
Yeryüzünde politik ve ideolojik konuları ele alan hiçbir yazar, tartışmaya yol açmayacak yazılar yazamaz. Hele yeni bir düşünceyi dile getiriyorsa, o düşüncenin tartışmaya yol açması kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü yazarlar farklı sınıflara, farklı ideolojilere, farklı inançlara sahip insanlardır. O temelde yazarlar. Aynı sınıfa, ideolojiye ve inanca sahip olmayanlar doğallıkla o yazarın yazısını tartışacaklardır. Aynı sınıfın, aynı ideolojinin, aynı inancın düşünceleri temelinde yazılan yazılar bile, o sınıfa mensup, aynı ideolojiyi ve inancı benimseyen fakat epistomolojik bakımdan farklı bilgi düzeylerine, algılama yeteneğine ve tecrübe birikimine sahip bireyler tarafından farklı anlaşılacak ve tartışma konusu edilecektir.
Yazı işinin fıtratında tartışma vardır. Yalnız yazı işinin değil, bilimsel düşünceyi geliştirmenin yolunda da tartışma, eleştiri ve özeleştiri olmaksızın bir milimlik mesafe alınamaz.
Hiç kuşkusuz solun tartışma kültüründen nasibini aldığını söylememiz çok zordur. Vaktiyle Mehmet Ali Aybar dogmatizme karşı eleştirel yazılar yazdığı, “demokratik sosyalizm” dediği zaman, başta değerli hocamız Sadun Aren ve bizler onun reel sosyalizme yönelik eleştirilerini tartışmak ve ikna edici argümanlar geliştirmek yerine, Aybar’ı “demokrasi sosyalizmin içinde mündemiçtir, o nedenle sosyalizmin demokratik olmadığını söyleyen, onun yerine demokratik sosyalizm diyen Aybar sosyalist değildir” diyerek suçlamıştık. Eğer o günlerde Aybar’ın kapsamlı eleştirilerine, böyle iki cümlelik suçlamalarla değil de, aynı kapsam zenginliğinde yanıtlar verebilseydik, onunla düşmanlaşmak yerine, kimi ilkesel konularda anlaşamasak bile birçok konuda ortak görüşlere varabilirdik. Reel sosyalizmin çözülmesinden sonra farkına vardığımız “bürokratik yozlaşmayı” belki çöküş öncesinde farkedebilirdik. Hiç kuşkusuz Aybar’ın kaynaklandığı Avrupa Komünizmi denilen akımın reel sosyalizmin çöküşüyle doğrulandığını söylemenin de yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu akım reel sosyalizm eleştirisi adı altında, hiçbir devrimci perspektife sahip olmayan, devrimci Marksizmi tasfiye hareketiydi. Günümüzde reel sosyalizmin bilimsel eleştirisinden Marksist-Leninist teoriye yaptığı eleştirel katkılarla yeni bir devrim ve sosyalizm perspektifini gösterme şerefi dünya ölçüsünde Abdullah Öcalan’a aittir.
Bu yeni aşamaya adım atmak, geçmişi inkar yoluyla değil, gerçeği anlamak ve onu değiştirmenin yolunu tartışma, eleştiri, özeleştiri yoluyla bulmak sayesinde başarılmıştır.
Tartışmadan kaçış yoktur.
Kaçmanın tek yolu yazı yazmamaktır. İşimiz yazmak olunca tartışmak da ve tartışılmak da, eleştirmek de eleştirilmek de mukadderdir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı hayatı boyunca “suskunluk kumkuması”ndan şikayet etti. Yazıyordu, ama kimse onunla tartışmıyordu. Bizler TKP saflarında Kıvılcımlı’yla tartışmak yerine onu üç beş satırlık iddialarla suçlamayı seçmeseydik, Türkiye’deki tekelleşme sürecinin özgünlüğünü, örneğin ünlü Sovyet bilim insanı Rozalyef gibi Kıvılcımlı’yı ciddiye alır ve birçok bakımdan onun analizlerini de aşarak kavrayabilirdik. Üstelik Kıvılcımlı’yı birçok yönüyle eleştiren Zeki Baştımar, Kıvılcımlı’yı da referans alarak Türkiye’de tekellerin varlığını savunan Rozalyev’i Sovyet Şarkiyat Enstütüsü’nün eleştirilerine karşı savunmuşken, biz işin kolayına kaçtık. Eleştirmedik, suçladık.
Burada içinde yer aldığım tarihten örnekler verdim. Diğer sol hareketlerin dramatik tartışma tecrübelerini yazmak da onların işi olsun. Şurası açıktır ki, Kürt özgürlük hareketi bizlerin tartışma tarihimizi bizden daha iyi analiz etmiştir ve o nedenle birbirimizle yaptığımız tartışmalara dün de bugün de haklı olarak mesafelidir. Bizim tarihimiz, her tartışmadan sonra bölünmelerin ve tasfiyelerin tarihidir çünkü.
Bu kadar ciddi lafları bir kenara bırakarak, kendi çocukluk zamanımdan kalma bir “tartışma” anımla yazıyı bitireyim.
Vaktiyle mekteplerde tartışmanın en demagojik biçimi olan “münazaralar” yapılırdı. Tuhaf ikilemler formüle edilir, talebeler ikiye ayrılır ve taraflar ikilemlerden birini savunurdu. Mesela “Para mı önemli yoksa sağlık mı?”, ya da “şans mı kazandırır yoksa bilgi mi?”, daha bir yığın saçmalık. Ortaokul birinci sınıftayken, böyle bir münazarada “ezberlemek mi yoksa anlamak mi?” ikileminden içinde bulunduğum gruba “anlamanın daha önemli olduğunu” savunma görevi verilmişti. Başladık tartışmaya. Karşı gruptan cin gibi bir oğlan, ansızın bana “Cennete anlayarak mı gidersin, yoksa ezberleyerek mi” diye soruverdi. Görevim gereği “anlayarak elbette” dedim. Oğlan başladı gülmeye, ardından “Müslüman mısın?” diye sordu. “Elhamdülillah” diye cevapladım. “İspat et” diye diretti. Ve ben “Kulhuvallahi ahad…” diye başladım. “Bravo” diye bağırdı. “Sen cennetin yolunu bulmuşsun”. Gururla “ben bulurum da sen nasıl bulursun?” dediğimde, “senin demin yaptığın yoldan, ezber yoluyla bulurum, anlamadığım duaları ezberliyerek” deyince hakemlik eden hoca, o anda münazarayı bitirdi, bu oğlanın takımını galip ilan etti. Ezberciler kazanmıştı. Eve iki gözüm iki çeşme gittim. Durumu anneme anlattım. “Oğlum, madem böyle zırlayacaksın, ne diye münakaşaya, münazaraya burnunu sokuyorsun” diye kulağımı çekip, “kardeşin bülbül gibi ezberledi, sen hala kerrat cetvelini ezberleyemedin, onunla bununla tartışacağına otur da ezberle” diyerek beni masaya oturttu.
Sizce anneler çocuklarını tartışmaya girmekten korumalı mı, yoksa tartışmaya teşvik mi etmeli? Alın size bir münazara konusu. İster tartışın, ister tartışmayın. Siz bilirsiniz.