Bir görüş gününü yazıyorum. Ne de olsa en uzun zamanlarımızı hapishanede geçirmiştik. Dile kolay, 10 yıl 3 ay… ‘Bugün bir görüş günü olsaydı ve babama gitsek ne söylemek isterdiniz’ diye sordum, kardeşlerime ve anneme…
Ayşegül Doğan
Gazeteden arayıp 29 Haziran için bir yazı istediler. Bu defa “hayır” diyemedim, mütereddit kaldım, çünkü hepimiz için hem en zor ve hem de en kolay olan Orhan Doğan’ı anlatmak. Bunu ancak bir görüş gününü hatırlayarak yapabileceğimi düşündüm, saatlerce bu fikri aklımda, kalbimde döndürdüm, hiç kolay olmadı. Tek iyi yanı; birazdan onunla buluşacakmışız gibi hissetmek ve yokluğuna değil, kucaklaşmaya, varlığına seslenme ihtimali… Ne zamandır uzunca bir mektup yazmak istiyordum zaten. Bu isteği mektuplaşma zamanlarını yaşayanlar bilir. Mektuplaşma apayrı bir tören, gelenek ve bir sabır sınavı gibi yaşanır. Yazmaya başladığınız anda yanıtı düşünürsünüz; hele mektuplaşma içerisiyle dışarısı arasındaysa sadece kelimeleri değil zarfın içine sızmış kokuyu da beklersiniz. Gecenin bir yarısı uzak bir ülkede defalarca okunmuş, koklanmış bir mektuba tekrar tekrar dokunursunuz, o satırları yazan parmakların sahibiyle öyle hasret giderirsiniz.
Ezcümle mektuplaşmanın, çoğu mahpus yakını gibi özel bir yeri vardı hayatımızda. Bavullar dolusu mektup var ondan bize, bizden ona giden. Birkaçını okumaya koyuldum yazıyı düşünürken. Kimi onun yaşamından kesitler, kimi siyasi değerlendirmeler içeriyor. Bazılarında çıkınca yapacaklarına ilişkin ipuçları, en çok da çocukluk, gençlik halimizle yazdığımız gündelik sorunlara ilişkin güçlü ve zarif yanıtlar var mektuplarda.
Bir mektup… Onlardan biri, Kasım 1996’da kaleme alınmış ve şöyle diyor babam:
“Avukatlığa Ankara’da oldukça doyurucu ve zengin bir iş çevresinde başlamış olmama rağmen Cizre’ye gidecek ve halk için var olacaktım. 12 Eylül’den hemen sonraydı. Deden sadece ve yalnızca Kürt ve dürüst olmasından dolayı yaşadığı sürgünler nedeniyle Türkiye’yi karışlamıştı. Karışlamıştık. Ülkemde beni önce devlet, sonra da ağalar, beyler, aşiret reisleri, komisyoncular, köy sahibi avukatlar, eski bakanlar ve milletvekilleriyle mücadele bekliyordu. Büyük oynuyordum. Hedeflerim, amaçlarım büyüktü. Doğallıkla, beni zor bir süreç bekliyordu…
Şu anda sisteme karşı, hem tek tek aile bireyleri olarak hem de aile olarak bir ‘karşı duruş’ yaşıyoruz. Bilmelisin ki, her karşı duruş, bir başka duruşla çarpışır, çatışır. Bizim karşı duruşumuzun bedeli ağır… Bu ağırlık rejimle olan sorunun derinliği oranında kapsamlı, çok boyutludur. Bedel nedir? Ayrıntılandırmaya gerek duymuyorum. Tarihteki örneklerin ilki olmadığımız gibi sonuncusu da olmayacağız.”
Aradan geçen yıllar son örnek olmadığımızı da gösterdi maalesef.
Cezaevi görüşleri
Benden beklenen yazının ilk satırlarını yazdım. Bir görüş gününü yazıyorum. Ne de olsa en uzun zamanlarımızı hapishanede geçirmiştik. Dile kolay, 10 yıl 3 ay… “Bugün bir görüş günü olsaydı ve babama gitsek ne söylemek isterdiniz” diye sordum, kardeşlerime ve anneme. Bir de o tarihte bizimle sık sık görüşe gelen sevgili Zeynep’e…
On küsur yıl boyunca her salı günü babamızı ziyarete gittik, Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi’ne. Her hafta salı günü ailece ve özel izin alabilen yakınlarımızla. Pazartesiyi salıya bağlayan gece kimse uyuyamazdı evde. Her defasında ilk kez görüşecekmişiz gibi heyecanlanırdık. Salı sabahlarının kendine özgü bir düzeni vardı. Erkenden uyanılır, aramalarda kolay çıkartılabilecek ve sorun yaratmayacak kıyafetler tercih edilirdi. Bir de babamıza iyi görünmek isterdik. Seneler içerisinde artık hepimizin görüşte giyilebilecekler diye sınıflandırabileceğimiz bir gardırobu oluşmuştu. Kardeşlerim Fırat, Dicle ve Deniz okula gidiyor, Emre daha küçük… Okula gidenler o gün okula gitmezdi. Sabah hızlıca ve büyük bir sessizlik içinde kahvaltı yapıp, hapishaneye götürülecekleri hazırlamaya koyulurduk büyük bir özenle. Kıyafetler, yiyecekler, kitaplar. Kapıdan çıkmadan defalarca nüfus cüzdanları yanımızda mı diye kontrol ederdik, çünkü kimliğin yoksa içeri giremezsin.
Babamın gülen yüzü
En geç, 12.45’te Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nin gri demir kapısında beklemeye başlardık, diğer DEP’li vekillerin aileleriyle. Jandarmaya verilirdi kimlikler hızlıca. Bizim görüş saatlerimizde başka hiçbir görüşçü olmazdı. Yalnızca DEP’li ailelerinin görüş saatiydi 13:30-14.30 arası, biz de zaten bir avuç insandık senelerce…
Arama salonunda baştan ayağa yapılan elle kontrolden geçer, tek sıra halinde avluda bekletilirdik. Jandarma bileklerimize bay/bayan ve görülmüştür damgaları vururdu.
İki gün kalırdı o damgalar, kolay kolay çıkmazdı. Sırada turnikeler ve X-ray cihazı, ardından yine elle arama. Geçen her dakika onu görüp konuşacağımız zamandan çalıyor fikri rahat bırakmazdı bizi. Bir yandan yaklaşıyoruz hissi yüreğimizi sıkıştırırdı. Muhtemelen hepimizdeki taşikardiler o günlerin mirası. Birkaç basamakla havalandırmaya benzeyen bir alandan geçerdik. Birkaç basamak sonra görüş alanına geldiğimizde gardiyanlar karşılardı bizleri. O alana kim erken gelirse diğeri için endişe duyardı. “Bir şey mi oldu acaba?”
Yan yana sıralı görüş kabinleri. Beton buz gibi. Yazın ortasında bile donardık orada. Ve babamın gülen, neşeli, sıcak yüzünü görürdük sonunda. Beton daracık kabinlere yan yana iki kişi girdiğinizde kafalarınız değerdi birbirine, yarım metrelik bir alan. Hepimizi bir arada görmesi için uzaklaşırdık. Sonra görüşme başlardı. Aramızda çift kalın bir cam, parmaklık, altında da tel örgü. Konuşmak için tel örgüye eğilirdik, görmek için kafamızı kaldırırdık. Kulakları dayardık tel örgüye karşılıklı. Babam genellikle ceket pantolon takımı ile şık ve gülerek karşılardı bizi.
Deniz şarkılar söylerdi
Emre çok küçüktü, kucağımıza almamız gerekiyordu Emre’yi. O yüzden de Emre bize küstü bir ara. “Beni iki dakika kucağınıza alıyorsunuz, boyum yetişmiyor çünkü. Sonra indiriyorsunuz. Halbuki benim de babamla konuşmak istediklerim var” diye. Annemi babamla baş başa bırakmayı öğrenmiştik. Annemin az önce görüş günü için söylediklerini ekliyorum yazıma: Kıymet Doğan: “Orhan o görüşlerde, ne yapıyorsunuz derdi, çocuklar nasıl. Ben çocuklar çok iyi Orhan’ ım, biz çok iyiyiz, bizi hiç düşünme, seni çok özledik derdim… Cizre’yi sorardı, bölgeyi sorardı. Herkes seni soruyor, seni bekliyor dört gözle, herkesin selamları var, her gün telefonlar açıyorlar, seni soruyorlar, derdim. Şimdi olsa yine aynı şeyleri söylerim. Yemek götürürdüm, elbiselerini götürürdüm, ütülenmiş. Emre küçücüktü, yavrum kucağımda diğer tarafa geçmek için çırpınıyordu. Kucağımda babasına şarkılar söylüyordu. Dicle çok sessizdi, gözleriyle konuşurdu babasıyla. Fırat anlatmak istediklerini babasına yalnız kalınca anlatırdı. Deniz şarkılar söylerdi… Berivane, Hewler, Yangınlardayım. Hepimiz doya doya bakardık ona. Keşke bugün de bakabilsek doya doya. Sevinçli ve keyifli gidiyorduk oraya. Döndüğümüz zaman sanki böyle bütün damarlarımız ölmüş gibi dönüyorduk. Evimizde yataklara uzanıp uyumaya çalışıyorduk. Bir sonraki salı gününü bekliyorduk, ne zaman gelecek diye… Onsuz geçen on küsur yılda yaşadığımız sıkıntılar bana vız gelir… Sadece o eksikti. Baskılar, tehditler ya da diğer zorluklar… Çok arıyordum onu, hâlâ da arıyorum… Keşke ben onu sırtımda dolaştırsaydım da yeter ki benim evimin içinde olsaydı. Ben derdimi, sorunlarımı ona anlatsaydım. Hayat arkadaşın olmadan yalnız yaşamak çok zor bir şey… Yapayalnız, tek başına çocukları büyütmek çok zor.”
Nêzîke ew bihar betin
Fırat’ı arıyorum; “Benim için duygularımı kelimelere dökmek çok zor” diyor, 13 yıldır ilk kez gidemediğimiz anma için çiçek siparişi verdiğini öğreniyorum. Pandemi olmasa birkaç ay önce dünyaya gelen Dicle’nin kızı Ranya’yı götürecektik babama. Dicle, gönderdiğim mesaja şöyle bir yanıt yazmış: “Özlemi dile getirmenin bir yolu var mıdır bilmiyorum, canı ne kadar yaktığını tariflemenin de bir yolu yok herhalde. Her salı günü -soğukluğuna rağmen-bahardı yüreğimde. Her salı tazelenirdi aklım, her salı sınır tanımaz olurdu umutlarım yine ve yeniden severdim yaşamı.” Deniz babam cezaevine girdiğinde sekiz yaşındaydı. “Abla” diyor telefonda, “Bugün görüş olsaydı, babama şarkılar söylemek isterdim. Hatırlarsan genellikle istek listesini o yapardı. En çok Berivane’yi söylerdim ona. ‘Nêzîke ew bihar betin, Ew bihara pez bizêtin*’ O daracık beton hücrede beni dinler gülümserdi, kimi zaman eşlik ederdi. Bugün gitsek ‘duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini’ şarkısını söylerdim herhalde, içimden öyle geldi.” Emre mesaj gönderiyor: “Gerçeği hayalinden güzel olan tek şeyi, çocuğum olacağı haberini ilk senden öğrendim. Rüyamda söyledin. Beni, bizi hiç bırakmadığını biliyordum. Keşke sana sarılarak kutlasaydım. Seni, sana sarılmayı çok özledim.”
Erik götürürdük
Son olarak Zeynep’i (Çulha) aradım, o da sık sık gelirdi görüşe. Hızlıca yazdığı mesajı e-postama gönderiyor: “Biz Orhan’a, memleketine, baba evine, şölenle buluşmaya gider gibi giderdik. Niye? Nasıl? Tabii ki özne Orhan Doğan olduğu için… Orada onun yanında roller değişirdi… Gözümüzdeki buğulu bulutlar, yüzümüzdeki kaygı, kalbimizdeki yorgunluk onun her daim parlayan gözleri, inancı, ışıltısı ve şıklığından utanırdı. Gönlü, aklı, duyguları, dili ve görüntüsünde şıktı benim arkadaşım Orhan. Erik zamanı erik götürür, çoğunu kendimiz yerdik… Nasılsın derdik âdetten ama en çok o bize nasılsınız derdi, her detaydan, her sorundan, hayatlarımızdan her daim haberdardı, dolayısıyla çözüm ortağımızdı. Şimdi gitsem herhalde gene nasılsın derdim ama daha çok o bana nasılsın derdi… Onu az çok tanıyan tanımayan, bir siyasi aktör olarak bilip izlemiş olan herkes kalbini koyduğu memleket meselelerinde ne kadar yapıcı, zarif, önyargısız ve müzakereden yana bir demokrat olduğunu bilir. Yakın uzak tüm insan ilişkilerinde, dostluklarında, yediden yetmişe tüm iletişiminde de hem çok ilkeli, hem hoşgörülü ve esnekti. İyi bir hukukçuydu ama ustalığı insan olmaktı, nereden mi biliyorum? Orhan, siyasette de dostluklarında da hep kalp kırmadan, onur kırmadan yol aldı. Bu… Ben şimdi görüşe gitsem galiba sadece seni çok özledim derdim, seni, senin şıklığını çok özledim Orhan…”
Ranya müjdesi…
Yazının en zor kısmı, “Ben ne söylerdim bugün görüş günü olsa?”
Sanırım ben Covid’e rağmen hayatımızın neşesi, mutluluğu, çok bekleneni Ranya’dan başlardım. İlk haberler herhalde aile haberleri olurdu. O da şöyle bir soru sorardı muhtemelen; “Cizre’de durum vahimmiş, neler olup bitiyor?” Ve mutlaka beni birilerine yönlendirirdi, şunu ara böyle yap, hızlı bir çözüm bulmaya çalışırdı, Cizre için… Baroların yürüyüşünü konuşurduk… Hâlâ parti kapatma tartışmalarının olduğunu… Tutuklu milletvekilleri, siyasetçiler, gazeteciler, belediye başkanlarını konuşurduk… Yoksulluğu konuşurduk. Çevremizde ve dünyada olup bitenleri… Sürgündeki dostlarımızı…
Bugün görüş günü olsa, onu görebilseydik hepimizin yapacağı ilk şey onu çok özlediğimizi söylemek olurdu. Biz hapishane görüşmelerinde ve yazışmalarımızda kendimize hiç sansür uygulamadık, duygularımızı ifade etmekten geri durmadık. Yalnızca gözlerinle konuştuğun zamanlar çok sık oluyor hapishanede, onların duymasını istemediğin şeyleri gözlerinle, ellerinle, kollarınla, mimiklerinle ifade etmeye çalışıyorsun. Zaman hızlıca geçer ve hep beklemedik anda çalardı bitiş zili…
Gardiyan bitti diyor, kötü bir zil çalıyor.
Genellikle zili duymazdan geliyoruz.
Birbiri ardına çalınıyor zil.
Sonra gelip görüş bitti diyor gardiyan.
Biz bunu da ihlal ediyoruz.
Babam bu konuda da çok hassas, onların da işlerini yaptığını düşünüyor.
“Beş dakika daha” sözleri duyuluyor.
Biliyorum, kimse oradan ayrılmak istemiyor.
Hoşça kal faslına geçiliyor, görüş bitiyor.
Babamın bıraktıklarını alıyoruz; giysileri ve kapıya bıraktığımız kimliklerimizi…
Çok acıkıp iştahla, hatta özlemle yediğiniz bir yemeğin ardından çöken rehavet gibi.
Garip bir duygu hepimizde.
Büyüttüğümüz onca mesele bitivermiş.
Bütün karamsarlık dağılmış, gark olduğun umutsuzluk bulutu bir anda kayboluvermiş gibi.
Hem tüy gibi hafifsin hem de külçe kadar ağır.
Hayatlarımızdan çalınan 10 yıl 3 ayın sonunda 2004’teki tahliyenin özlemimizi gidereceğine inanmak istemiştik.
Olmadı, üç sene sonra aramızdan ayrıldı babam, 29 Haziran 2007’de…
Onu her geçen yıl daha çok özlüyoruz…
*Tahsin Taha, Berivane