Bu yıl (2023) Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü alan Fransız yapımı Justine Triet’ın Bir Düşüşün Anatomisi (Anatomy of a Fall) filmi polisiye severleri memnun edecek bir nitelikte. Mahkemede geçen duruşma sahnelerinin çoğunlukta olduğu, avukat ya da savcının çetin sorularıyla genişleyen, derinleşen filmler polisiyenin alt türlerindendir. Bu türe iyi örnek olabileceklerin arasına alnının akıyla girebilecek bir film. Buradan hareketle akla ilk gelen filmlerden Rob Reiner’in Birkaç İyi Adam’ı (1992), Otto Preminger’in Bir Cinayetin Tahlili (1959) ve Sidney Lümet’in 12 Kızgın Adam’ını (1957) sayabiliriz.
Bir Cinayetin Anatomisi psikolojik gerilimi öne çıkaran iki buçuk saat boyunca seyirciyi başka yöne baktırmayan birçok açıdan sorgulayıcı bir film. Filmin ikinci kısmının neredeyse tamamının mahkemede geçmesine rağmen her sahnesiyle tempoyu ve merak duygusunu yükseltmeyi başarıyor. Aile kurumunun açmazlarını kadın üzerinden deşifre ederken rotayı dramın sularına kırıyor. Edebiyatı, yazarı, aşkı, evliliği ve bütün bunlar üzerinden zamanı, saygıyı, zamanla saygı ve sevginin seyrini irdeliyor.
İntihal mi intihar mı?
Film, Sandra’nın (Sandra Hüller) bir dağ evinde röportajıyla açılıyor. Evinde ağırladığı edebiyat tutkunu kadının Zoé’nin sorularını başarılı komplimanlarla taca atıp ilgiyi başka yöne çekerek karşısındaki kadının edebiyata olan ilgisinden çok özel yaşantısını merak eder. Sohbetleri üst kattan gelen gürültülü müzik sayesinde bir türlü ilerlemez. Aslında rahatsız olan tek kişi vardır, o da Sandra. Misafiri uğurladıktan sonra oğlu Daniel de (Milo Machado Graner) köpeğiyle dışarı çıkar. Bir süre dolaştıktan sonra Fransız Alplerinin eteğindeki evine geri döndüğünde babasının kapının önünde ölü olduğunu fark eder. Bundan sonrası Samuel’in (Samuel Theis) intihar mı ettiği yoksa bir cinayete kurban gittiğinin açıklığa kavuşturulması üzerine ilerler.
Filmin birkaç başlığı var. Cinayeti açıklığa kavuşturmak isterken yazarın yazara bir zaman borcu olup olmadığını, bağışlamanın bir fedakârlık mı yoksa unutmanın sonucu mu olduğunu, sevgi ve şiddetin aynı düzlemdeki ömrü ne kadardır, iki entelektüelin rekabetinin psikolojik uzantılarını, ortak hayatın farklı iki biçimi olamaz mı, biri yazınca bir daha yazılamaz mı, diğeri yazınca intihal mi oluyor gibi başlıklarla ayırmak, üzerinde düşünmek mümkün.
Yere çakılan erkeklik
Filmin ana damarı; kadınlar intihar edebilir(!) ama erkekler intihar edince hiçbir şey olmamış gibi köşene çekilemezsin. Kadının intihar etmesi durumunda erkeğin mahrem anları ortaya saçılmaz, erkek egemenliğini riske atacak sorular sorulmaz, ileri gidilmez. Ortada bir erkek cinayeti/intiharı var ve filmin izleği yere çakılan bir erkekliğin trajedisini gözler önüne seriyor yönetmen. Çatıdan düşen aslında bir erkeklik halidir. Bunun parodisini, tekrarını birkaç açıdan canlandırmayla sunar. Bu düşüşün içinde her ihtimal vardır. Gerek mahkemedeki sorular üzerine ortaya dökülen erkek egosu/kibri ve erkinin saldırgan temsilinden gerekse özel hayatın ayrıntıları ortaya çıktıkça kıskançlık ve çekemezliğin tahammülsüzlüğü nasıl körüklediğine şahit oluruz.
Kocasını öldürmekle suçlanan kadının film boyunca katil olup olmadığı hususunda deliller ve yeniden sunulan/tasarlanan ihtimaller ışığında yönetmen ortada durmayı başarıyor. Seyirciye fikir jimnastiği yaptırırken hiçbir zaman işin kolayına kaçmıyor. Seyirciyi de sarmalın içine çekerek en ufak bir ayrıntıyı kaçırmamaları için seyirci koltuğundan adeta jüri koltuğuna terfi ettiriyor.
Oğulun babasına dublaj yaptığı sahnede ve köpeğin cinayetin hemen sonrasında merdivenlerden çıkıp içeri girerek Samuel’in fotoğrafı önünde durarak uzun uzun baktıktan sonra adeta köpeği dillendirerek duygularına tercüman olacak, arkada gelen ‘üzgünüm’ sesinin gelmesi filmi geçmiş/şimdi uzamından koparıp seyircinin algı süzgecine teslim ederken duyguların üstündeki perdeyi kaldırıyor.
Devlet ahlakının sınırları
Savcının (Antoine Reinartz) Sandra’nın özel hayatını didik didik ettiği, yer yer saldırganlaştığı, oğluyla, eşiyle, Zoé Solidar’la (Camille Rutherford) olan ilişkisini pervazsızca ortaya dökerken özellikle Sandra’nın biseksüel olduğunun altının çizilmesinde ve saldırganlaşmasında elbette ki arkasına aldığı devlet erkinin/ahlakının çok büyük payı olduğunu anlayabiliyoruz. Röportajcı kadının (Zoé) savcının ağzının payını verdiği sahne savcının beklemediği, alışık olmadığı bir durum olduğu için kısa bir sarsıntı yaşamasına sebep oluyor. Burada gücün/erkin ömrünün hiç de öyle sanıldığı kadar uzun ömürlü olmadığını, zulüm, eziyet, aşağılama varsa yüce diyalektik gereği direniş de her zaman olacaktır düsturunu hatırlatmış oluyor yönetmen.
Sandra Fransızca konuşmaya zorlanırken elbette ki bilmediği bir dildeki boşluklardan kaynaklı yanlış ifadelerden cinayetin üstüne kalmasını sağlamak istenmektedir. Ara ara anadilime dönebilir miyim sorusuyla nefes aldığını, kişinin anadilinden uzaklaşması durumunda nasıl yalnızlaştığı psikolojisi oldukça başarılı bir anlatım olmuş.
Kadının oğluyla olan ilişkisinde duygusal sömürüye girmeden en iyi eğitimin ve mirasın doğruluk olduğunu söylemesi/göstermesi çocuğu nispeten rahatlattığını görüyoruz. Oysa çocuk görmese bile bütün duyularının açık olduğunu, kaygılarını öne çıkarmadan anlatmasıyla, davaya yön veren en büyük jürinin tarafsız bir tanık olduğunu görmemizi sağlıyor. Son olarak, filmin tamamına yayılan katil kadın mı sorusu, kadının başarısının gölgesinde kalan erkek bir yazarın tahammülsüzlüğü evin içine sığmayacak büyüklükte. Evlerinin arkasındaki dağ kadar büyük olan bu etken seyircinin aklını kurcalayıp duruyor film boyunca.
Oyunculuklarda başroldeki Sandra Hüller’in gerginliğini/ tedirginliğini ve psikolojisindeki dalgalanmayı seyirciye aktarmasındaki başarısıyla filmi tek başına sırtlamış dersek abartmış olmayız. Altın Palmiye’ye uzanmasında görüntü yönetmeni Simon Beaufıls’ın da hakkını yememek lazım; güzel iş çıkarmış.