Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül darbesinin vahşi işkencelerine karşı başlatılan 14 Temmuz ölüm orucunu, dönemin tanığı Fuat Kav’la konuştuk:
Yusuf Özdemir
Binlerce faili meçhulün, gözaltının, tutuklamanın, sürgünün ve idamın yaşandığı 12 Eylül 1980 darbesi arkasında bıraktığı toplumsal enkaz ile tarihe kara bir leke olarak geçerken, 80’li yıllar aynı zamanda toplumsal direnişlerin de damgasını vurduğu yıllar oldu.
12 Eylül askeri darbesi yaşanmış, ülke karanlığa bürünmüştü. İçeride cezaevleri işkence laboratuvarları olurken, dışarısı da başka bir cehenneme dönüşüyordu adım adım. Ülkenin her yerinden işkence sesleri yükselirken, işkencenin en ağırı ise tarihe Amed Zindanları olarak geçecek Diyarbakır 5 Nolu’da yaşanıyordu. Bir halka teslimiyeti dayatan zihniyet işkencede sınır tanımıyordu. Bu işkence cehenneminin bir halkın direniş kalesine dönüşeceğini ise o zamanlar henüz kimse kestiremiyordu.
Bir halk yargılanıyor
Diyarbakır 5 Nolu’da Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran öncülüğünde bir halkı onursuzlaştırmak için her türlü yola başvuruluyordu. Buna karşı 21 Mart’ta önce Mazlum Doğan, sonrasında 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner direnişten birer ateş olacaktı. Karanlığın ve ihanetin yayılması karşısında ise bu kez temmuz ayında başlayan mahkemelerde kürsüye yürüyen Mehmet Hayri Durmuş, “12 Eylül darbesinde geliştirilen askerileştirme politikası, tamamen kişiliksizleştirme ve ihanet ettirme politikasıdır. Bunun için ölüm orucuna giriyorum. Bu mahkeme salonunda bizim şahsımızda bir halk yargılanıyor” sözleri ile yeni bir direnişin ateşini yaktı.
Tarihin seyri değişti
Kısa süre içinde Durmuş’a Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz da katılacak ve onur direnişi başlayacaktı. İşkenceye rağmen günlerce süren ölüm oruçları teslimiyetle zaferin savaşına dönüşecek ve kazanan onur direnişi olacaktı. Ölüm orucunda 55. günde Kemal Pir, 61. günde M. Hayri Durmuş ve 63. günde Akif Yılmaz ölümsüzleşirken, direnişin en genci “Kızıl Yıldız” Ali Çiçek ise 65. günde hayatını kaybetti. Bedenlerini ölüme yatıran direnişçiler tarihin seyrini değiştirirken, arkalarında bir halk hareketi bırakacaktı. O dönemin tanıklarından ve direnişçilerinden Fuat Kav ile 14 Temmuz direnişini konuştuk.
‘Denetim kurulmak isteniyordu’
12 Eylül askeri darbesinin belli bir amaç için yapıldığını belirten Kav, “Türkiye’de gelişen Kürt ulusal kurtuluş hareketi ile sosyalist ve demokratik güçleri, özgürlükten yana olan bütün kesimleri bastırmak ve bununla birlikte gelişen devrimlerin önünde engel olmak amacı ile yapılan bir darbeydi. Deyim yerinde ise darbe toplumun üzerinden silindir gibi geçti” diye anlatıyor o süreci. Vahşetin yaşatıldığı yıllarda, toplumu sindirmek için dünyadaki bütün askeri güçlerin kullandığı metotların hem fiziki hem toplu halde işkence ile geliştirildiğini dile getiren Kav, “O açıdan Türkiye’de Metris, Ankara’da Mamak, Kürdistan’da ise Diyarbakır 5 Nolu cezaevi vardı. Oralara özgü uygulamalar ile denetim altına almak istedi” diyor.
‘Bir eyleme ihtiyaç vardı’
“Diyarbakır Cezaevi’nde genel olarak tutsakları özel olarak da PKK’lileri teslim alarak ihanet ettirmek istiyorlardı. Bu nedenle de çok büyük direnişler ortaya çıktı” diyen Kav, 14 Temmuz’a giden süreç için ise şu sözleri söylüyor: “Mazlumların ve Dörtler’in eylemi bir silsile olarak yaşandı. Eylemlerin etkisi büyüktü ancak cuntayı durdurmak için yetersiz kaldı. Dolayısıyla 3’üncü büyük bir eyleme daha ihtiyaç vardı. Kemal Pir ve Hayri Durmuş PKK Yürütme Kurulu üyeleriydi. Eyleme özellikle kendisi öncülük yapmak istiyordu. 1981’de yapılan operasyonlar ve tutsakları teslim alma ve PKK’nin önde gelen kadrolarına ihanet ettirme biçiminde gelişen saldırının karşısında Hayri Durmuş arkadaş bunu ifade etmişti. Şunu demek istiyordu: Artık Kürdistan’da savaşın başladığını, katliam ve soykırımın başladığını ve bunun ilk yerinin Diyarbakır Cezaevi olduğunu vurgulamak istemişti çünkü vahşet düzeyinde saldırılar vardı, bu yüzden Kürdistan Vietnamlaşıyor dedi. Nasıl ki Vietnam’da Amerikan emperyalizmine karşı aktif düzeyde mücadele yürüttüyse hem gerilla hem de devrimci hareketler bazında, artık Kürdistan’da da bu mücadelenin verilmesi gerektiğine dair bir belirlemeydi.”
‘Sonuçları ileride anlaşılacak’
“14 Temmuz eyleminin amacı içerideki zulmü yıkmaktı, yine mahkemede siyasi savunma yapmaktı” diyen Kav, direnişin sonucu için ise şu sözleri kullanıyor: “Dolayısıyla o eylemin o gün yapılması gerekiyordu. Eylemin başlangıç itibari ile dışarıya yansıması pek mümkün değildi. Tamamen tecrit altındaydı cezaevleri. Ama biz bunu biliyorduk, kısa sürede böyle bir eylemin dışarı yansıması mümkün değildi. Ancak uzun süreli çok sonraki aylarda dışarı yansıyabileceğini düşünüyorduk, öyle de oldu. Diğer kesimler ile ilişkili olmak zaten mümkün değildi, o nedenle Kemal, Hayri şunu söylemişti aslında: ‘Bizim şu andaki eylem ve etkinliğimiz 14 Temmuz eyleminin etkileri bu durumda belki görünmeyebilir, çünkü dışarısı çok suskun bir hale geldi. Ayrıca hareketin kendisi zaten Kürdistan ve Türkiye’den geri çekilmiş ve Ortadoğu’ya geçmiş durumda. Ki bu durumda toplumu etkilemesi mümkün değil. İleriki süreçte bizim olmadığımız zamanda hareket bu eylemi çok daha farklı biçimde ele alacak ve topluma mal edecek’ diyorlardı.”
‘Amaç hep aynıdır’
Cezaevlerinin asıl amacının iktidarlar açısından muhalefeti, devrimcileri, bilim insanlarını etkisiz hale getirmek olduğunun altını çizen Kav, “Amaç toplumdan izole etmektir ve giderek toplumdan seçilmiş olan insanları yapabilirlerse toplum karşısına çıkarıp pişman ettirmektir. ‘Yani biz aslında yanlış yaptık. Doğru yapmadık. Pişmanız’ dedirtmeye yönelik bir çaba içerisine girdiler” diyor.
‘Havasızlıktan öldüler’
Kav, 1996’da yapılan açlık grevine de değinerek yaşadıkları işkenceyi anlatıyor: “96 yılında ise bizi sürgün ederek aslında etkisiz hale getirmeyi hedeflemişlerdi. Eskişehir Cezaevi’nden Aydın Cezaevi’ne bizi götürmek istediler. Yolda 16 saat boyunca demirden yapılmış bir kutu içerisinde bizi yola koydular. Ve orada su yok, 37 gündür açlık grevinde bulunuyorduk. Hava da yoktu. Ve o koşullarda iki arkadaşımız arabada hayatını kaybetti. Hedef aynıydı, irademizi kırmak. 12 Eylül işkence yöntemleriyle yani sözde sivil yönetimler değişmiş olabilir yani farklı farklı metotlar denenmiş olabilir ama en nihayetinde amaç aynıdır. Birisi kalasla, copla seni vuruyor, öbürü ise susuzluk ve havasızlıkla seni öldürüyor.”
Zulme karşı savunma
Bugün cezaevlerinde devam eden açlık grevine değinen Kav, cezaevlerinin direniş alanları olması hakkında ise şöyle diyor: “Nasıl ki devlet kendi açısından cezaevlerini belli amaç doğrultusunda kullanıyorsa devrimciler açısından da, tutsaklar açısından da cezaevi önemli bir rol oynuyor. Çünkü birkaç kişi değil, bir grup değil özellikle 12 Eylül döneminde sonraki süreçte Kürt özgürlük hareketinin geliştirmiş olduğu mücadele neticesinde binlerce insanın tutuklanıp cezaevine getirilmesi, yine Türkiye’deki devrimci hareketlerden birçok insanın cezaevine konulması. Dolayısıyla onların ideolojileri var, örgütleri var ve en nihayetinde zulme karşı, sisteme karşı mücadele etmiş insanlardır. Yani cezaevlerine geldiklerinde almış olduğu ceza süresinin bitmesini beklemiyorlar doğalında. Nasıl ki işkence, yönelim, baskı ve şiddet onlara karşı uygulanıyorsa onlar da kendilerini bu anlamda savunmak amacıyla direnişi geliştiriyorlar.”
‘Hiçbir yerde yok’
Cezaevlerinde 80’li yıllardan beri bir direniş geleneği olduğunu belirten Kav, bugün yaşatılan koşulların 12 Eylül’den daha ağır olduğunu ve bu direnişin aslında bunlara karşı olduğunu belirterek, tutukluların İmralı tecridine dikkat çekmesine vurgu yaparak, “İmralı Cezaevi’nde Sayın Abdullah Öcalan’ın durumu, konumu çok daha özeldir. 23 yıldır tek başına, yalnız, bir adanın orta yerinde kalıyor. Dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Dünyanın birçok yerinde cezaevinde, işkencede birçok insan öldürülmüştür, bu doğrudur ama hiçbir zaman bir insan 23 yıl boyunca bir denizin orta yerinde tek kişilik hücrede bırakılmamıştır. Bu uygulama sadece cezaevi idaresinin tasarımıyla oluşturulan bir konsept değildir. Türkiye devletinin ve aynı zamanda uluslararası güçlerin uluslararası komplo gerçekleştiğinde Sayın Abdullah Öcalan’ın tek kişilik bir hücrede kalması gerektiğine ilişkin bir karara ulaşmışlardır” diyor.
‘Bunun bir karşılığı olacaktır’
200 günü aşan açlık grevine dair de konuşan Kav, “Eskiden şöyle bir eylem biçimi, istemi vardı: Daha çok cezaevi koşullarını iyileştirme, siyasi savunmayı mahkemelerde rahat yapabilme fakat bugün ise kendi koşullarından tamamen soyut, koğuş, cezaevi talepli bir eylem değil. Tamamen siyasi amaçlı ve Sayın Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü kendi merkezine oturtan amaçlı bir eylemdir” diyen Kav, “Talepleri son derece doğal ve haklıdır. Sonuçta açlık grevine giren insanlar; kendilerine önder olarak gördüğü, siyasi, ideolojik, örgütsel olarak kendilerine önder olarak gördükleri Sayın Öcalan’ın özgürlüğünü talep eden bir eylemsellik başlatmışlardır. O nedenle bugünkü eylem daha fazla sahip çıkılması gereken bir eylemdir. Bu tür eylemlerin karşılığı belki anlık değil, belki günlük, yıllık değildir ama ileriki süreçte mücadele derinleştiğinde, birçok eylem biçimi bir araya geldiğinde, toplumun farklı kesimleri bir araya geldiğinde elbette ki bunun karşılığı olacaktır” diye belirtiyor.
‘Yüzlerini eyleme dönsünler’
“Bugün eğer cezaevinde bulunan tutsaklar uzun süreli açlık grevine girmişlerse ve talepleri yerine getirilene kadar bu açlık grevini sürdüreceklerine ilişkin sözlerini yineliyorlarsa o zaman cezaevinin dışındaki insanların, toplumun, eylemi kendi eylemleri olarak görerek ona göre yaklaşım göstermeleri gerekiyor” diyen Kav, “Böyle olmasa tutsaklar daha fazla bedel ödeyecekler. Şu algı yanlıştır: Dönüşümlüdür açlık grevi süresiz değildir, dolayısıyla bu açlık grevlerinde ölenler olmaz gibi bir algı yanlış bir algıdır. Açlık grevi kısa süreli de olsa haftalık da olsa bazen ölüm gelip seni bulabiliyor. O açıdan toplumun yüzünün cezaevlerine dönük olması gerekiyor” diyor.
‘Senin devletin beni kurtaramaz’
14 Temmuz sürecine dair anılarını anlatan Kav, o süreçte yaşanan şu tarihi diyalogları aktarıyor: “60 günden fazla tek kişilik hücrede olsak da aynı zemin üzerindeydik. Gece ve gündüz sohbetlerimiz olurdu. Mesela Kemal Pir arkadaş ‘Önce ben ölmeliyim’ demişti, M. Hayri Durmuş herkesin duyabileceği bir sesle bu eylemde, bu mücadelede ‘Önce ben hayatımı kaybetmeliyim’ demişti. Ve öncelikle beni Batman’a gömün demişti. Ölsem de yaşasam da Batman’a gitmek istiyorum demişti. Hayri Durmuş arkadaş da ‘Mezar taşıma borçludur’ yazın demişti. Bu da orada söylenmiş bir sözdü. Bu artık biliyoruz ki bir anlamda tarih oluşturdu. Yine Kemal Pir’in özellikle Esat Oktay Yıldıran’ın gelip bize ‘Siz yemek yiyorsunuz’ deyişine karşı çok büyük öfkesi vardı, ‘Siz alçaksınız’ demişti. Yine doktor adı altında gelip bizi kontrol eden ve sürekli yedinci kolorduya rapor eden kişi Kemal Pir arkadaş için ‘Kemal ben seni kurtarabilirim’ demişti. Çünkü gözlerini kaybetmişti. Ama o da demişti ki, değil senin devletin beni kurtaramaz, tarzında bir cevabı vardı. Bunların hepsi sonuçta 14 Temmuz eyleminin hem nedenlerini hem de sonuçlarını ifade ediyor. 14 Temmuz aynı zamanda bir manifestoydu gerçekten. O manifesto sadece cezaevine dönük yerleşen bir direniş manifestosu değildi, topluma yönelik bir manifestoydu.”