Azad Barış
Bugün, Türkiye’de cereyan eden birçok toplumsal ve siyasal meselenin kökeninde, şiddet başta olmak üzere, rejim krizi veya meşrutiyet sorunun yattığını biliyoruz. 1920’li yıllarda Almanya’da olup bitenleri bir darbe örneği üzerinden hatırlarsak, belki Türkiye’nin bugününü daha iyi anlayabiliriz.
1920 yılının ocak ayında Berlin’deki polis güçleri, Reichstag’ın önünde demokratik bir miting yapan komünist protestoculara ateş açarak kırk iki kişiyi öldürmüştü. Daha çok Reichstag ve civarında gerçekleşen bu ve buna benzer birçok olay, Sosyal Demokratların (SPD) liderliğindeki hükümetin işçi sınıfı ve halkın desteğini kaybetmesine sebep olan olaylar olarak tarihe geçti. Nitekim kanlı Reichstag katliamından üç ay sonra General Lüttwitz, “safkan” sağcı paramiliter bir grubu (Freikorps) Berlin’e gönderip SPD liderliğindeki hükümeti devirdi. Darbe sonucu vasat bir memur olan, aşırı sağcı milliyetçi Wolfgang Kapp, ülkenin yeni başbakanı oldu.
Bu olay Alman toplum hafızasına Kapp Putsch (darbesi) olarak kaydedildi. Darbenin karşısında direnç gösteremeyen Sosyal Demokratlar Berlin’i terk ederken, komünistler ve diğer muhalifler de yeterince karşı koyamadılar. Ama işçi sınıfı ve örgütlü sendikalar Kapp hükümetine karşı direndiler. Alman sendikaları, Kapp hükümetini dört gün içinde dize getiren bir genel grev çağrısında bulundu ve 17 Mart’ta Kapp ve Lüttwitz şehirden kaçmak zorunda kaldılar.
Kapp’ın büyük güç kaybına rağmen, Alman solunun zamanında direnmemiş olması SPD başta olmak üzere tüm Alman solu için hiçbir zaman tam olarak geri kazanılamamış bir itibar kaybı oldu. Dolayısıyla genel grevin yaratığı devrimci enerji ve pekiştirdiği toplumsal taban nedeniyle Kapp hükümetinin ömrü kısa olmuş ve rejim değişmişti, ama Alman solu hem yenilgi hem de sonrasındaki zaferden ders çıkarmamıştı.
O yıllarda Berlin’de bulunan Benjamin, işçi sınıfının ihtişamlı ilerici gücünden büyülenmiş ama solun etkinsizliğinden de derinden sarsılmıştı. Benjamin’i etkileyen her iki süreç de ne yazık ki toplumsallaşmadan sönümlenecekti. Buradan hareketle birçok deneysel yazı ve analiz kaleme alan Benjamin, ne Alman siyasi elitlerinin ne de sol entelektüel cenahın sorunun temel olgularını anlamasını sağlayabildi. Benjamin’in baz aldığı deneyimsel temel olgular da göstermektedir ki, o günün Almanya’sında meydana gelenleri, ne sol ne de muhalefetin diğer blokları yeterince içselleştirebildi.
Çünkü aynı Almanya çok kısa bir süre sonra (1933) bütün dünyayı dehşete düşüren Nazizm gibi bir canavara ev sahipliği yaptı. Oysa Benjamin, rasyonel ve demokratik olma iddialarına rağmen, kapitalist hukuk sistemlerinin genellikle yetkilerini keyfi olarak kullandığını belirterek, şiddetin yeniden üretiminin ürkütücü boyutlarına göndermeler yapıyordu.
Günümüz Türkiye’sinin giderek totaliterleşen idari sisteminin rejim elementlerine baktığımızda, hem Benjamin’in o süreğen endişesi hem de mufassal karamsarlığının hissedilir bir yakınlıkta durduğunu görüyoruz. Benjamin’e göre, “Yasanın herhangi bir şekilde uygulanmasıyla bağlantılı olarak bile keyfilik hali ortaya çıkabilmektedir”, o nedenle bu tür siyasi rejimlerin kalbinde var olan şiddet her an biçim değiştirerek hamiyetsiz bir ahtapota dönüşebilir. İşte o günün Almanya’sını nefessiz bırakan o ahtapotun, bugün Türkiye’de daha büyük bir cüsseyle üzerimize geldiğini hissediyorum.